-
Bu sezonla
başlayalım; ilk planda ne söylenebilir?
Galatasaray futbol şubesine baktığımız zaman yönetim, kadro
yapısı ve tesis anlamında bir yenilenme görüyoruz.
Yönetim anlamında Galatasaray 1986 öncesine döndü. Bunun
anlamı futbol şubesinde “aferist”, yani iş bitirici profiline sahip bir
yöneticinin artık bulunmaması. Bu yönetici profili zamanın ruhuna uygun olarak
1986’da Ergün Gürsoy’la başlamış, Yurdaşen Karahasan, Adnan Polat, Fatih Gökşen
ve son olarak Abdürrahim Albayrak gibi isimler üretmişti. Levent Nazifoğlu’nu
da bu kategoriye dahil edebiliriz.
Bu yönetici dönemi Galatasaray’da artık sona erdi. Temel nedeni
ise futbolcu profilinin değişmesi. Artık takımların ağırlık merkezlerini
yabancı oyuncular oluşturuyor. Eskiden pamuklara sarılan yerli oyuncu grubu, Türkiye’deki
merkezi rolünü artık kaybetti. Dolayısıyla yerli oyuncu grubuna göz kulak olan,
zamanı gelince de elini cebine atan yönetici tipi artık hükmünü yitirdi. İkincisi,
futbolcular artık çoğu yöneticiden daha zengin ve yanlarında kendilerine Enderun
oğlanları gibi hizmet veren insan kaynakları taşıyorlar. Üçüncü ve
Galatasaray’a özgü neden ise Galatasaray’ın eski DNA’sına geri dönmeye
başlaması.
Galatasaray’da şimdi şubenin başında doğrudan yönetime bağlı
olarak çalışan bir profesyonel yer alıyor; Cenk Ergün. Nitekim bu sezon
başındaki tüm transfer harekâtını Ergün yönetti tek başına. Ergün’ün
Galatasaray futbol şubesindeki bu rolünün ne kadar önemli olduğu önümüzdeki
dönem daha iyi anlaşılacak.
Yenilenmenin tesisleşme boyutu da var. Yakında
Kemerburgaz’da altı tane nizami antrenman sahası ve tesisler inşa edilecek. Ve
Galatasaray 1980’lerin başından bu yana kullandığı Florya’dan Kemerbugaz’a
taşınacak. Bu da aslında bir dönemin sonu ve yeni bir dönemin başlangıcı demek.
Haftalık hayhuy içinde bu değişim çok fark edilmiyor. Ama
Galatasaray dediğimiz gibi kabuk değiştiriyor. Eski DNA’sına dönüyor.
-
Kadro
yapısındaki yenilenmeye gelecek olursak…
Galatasaray tüm imkânlarını zorlayarak kadrosunu neredeyse
tüm pozisyonlar için yeniliyor. Şu ana kadar yedi yabancı futbolcu transfer
edildi. Başta sol bek olmak üzere birkaç transferin daha yapılabileceğini biliyoruz.
Yani neredeyse yepyeni bir takım izleyeceğiz.
-
Niçin
böyle radikal bir yola gidildi?
Öncelikle hayat zorladı buna. Çünkü, Galatasaray kadro
kalitesi olarak rakipleriyle yarışamaz duruma gelmişti. Bunun nedeni ise 2013
yılından bu yana kadroya kaliteli futbolcu anlamında ciddi yatırım yapılmamasıydı.
Bu hata, Galatasaray’a futbol ticari pastasından alınan payın azalması ve
sportif açıdan rakipleriyle rekabet edemez bir futbol takımı olarak geri döndü.
Kadro revizyonu şarttı.
-
Daha önce
bu kapsamda bir revizyon olmuş muydu Galatasaray’da?
Hem kaliteli futbolcuların takıma kazandırılması, hem de
neredeyse tüm pozisyonlara yeni futbolcuların gelmesi anlamında bu transfer
sezonunda şahit olduğumuz harekât Galatasaray tarihinde bir ilk. Daha önce bu
kapsamda bir revizyona şahit olmamıştık.
Kıyaslamak gerekirse, bu sene yapılan revizyon, 1984’te,
2007’de ve 2011’de yapılan revizyonların çok ötesinde. Örnekleyecek olursak;
2011 takımının ilk 11’inde yeni oyuncu sayısı yediydi. Necati Ateş’in ara
transferde gelmesiyle bu sayı sekize çıkmıştı. Bu sezon ise transfer borsasının
kapanmasını izleyen haftalarda dokuz, hatta 10 yeni oyuncuyla sahaya çıkacak
bir Galatasaray izleyebiliriz. Bu tabii sayısal bir karşılaştırma. Yeni
transferlerin kalitesi bakımından bu sezonkiler 2011 takımına oranla belirgin
biçimde öndeler.
2011 takımını efsane kılan şey yeni transferlerin
kalitesinden çok prese dayanan oyun felsefesi ve yeni / eski tüm parçaların
buna uygunluğuydu. Hatırlanacaktır o takım yola öyle çıkmamıştı. İlk yarının
ortalarına doğru o karakter yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı. Yeni
transferlerin ağırlıkta olduğu bu sezonki takım ise daha ilk maçtan tüm
Türkiye’ye meydan okudu.
-
Buradan Östersunds
eşleşmesine geçelim. Niçin elendi Galatasaray?
Galatasaray’ın elenmesi her şeyden önce iş kazası değil.
Çünkü bir takımı her iki maçta da yenemiyorsanız ve bu maçların birinde
yeniliyorsanız, ortada bir iş kazası yoktur. Başarısızlık vardır.
Bu sonuca yol açan nedenlere baktığımızda şunları görüyoruz.
Öncelikle Galatasaray sezonu ilk turda elenmek olasılığını
dikkate alarak planlamadı. Çünkü kendi liginde neredeyse yarıya gelmiş bir
takımın karşısına minimum üç hazırlık maçı oynayarak çıkmalıydı. Şundan; sezon
başında futbolculara maç kondisyonu kazandırmak için minimum üç maç gerekir.
Sezona yeni başlayan oyuncu ilk maçta 30-45 dakika oynar. İkinci maçta bu süre
60 dakikaya çıkarılır. Üçüncü maçta da 90 dakikaya. Ancak Galatasaray
Östersunds maçına sadece iki hazırlık maçı yaparak hazırlandı. Yani tüm takımın
maç kondisyonu eksikti.
İkinci faktör olarak Diosgyor’la yapılan son hazırlık maçında
rakip sertlik konusunda uyarılmalı, gerekirse maça devam edilmemeliydi. Çünkü
Macar takımı maçın başından itibaren ikili mücadelelerde oldukça sertti.
Galatasaray bu maçta iki sakat verdi. Birisi yavaş yavaş tempo bulmaya başlayan
Younes Belhanda, diğeri ise sezonu erken açmış olan Eren Derdiyok’tu. Bu
ikisinin yokluğunu kapatamadı Galatasaray ilk maçta.
Üçüncü faktör ise İgor Tudor’un yaptığı hatalar. Tudor
temelde iki tür hata yaptı. İlk olarak oyuncu planlamasını iyi yapamadı. İkinci
olarak taktik hatalar yaptı, özellikle ilk karşılaşmada maçı çevirecek taktik esnekliği
gösteremedi.
-
Nedir bu
hatalar?
Yukarıda değindiğimiz gibi sezon başında oyunculara maç
kondisyonu ilk karşılaşmada 30-45 dakika, ikincisinde 60, üçüncüsünde ise 90
dakika sahada tutarak kazandırılır. Galatasaray ilk hazırlık maçını 2 Temmuz’da
oynadı ve tam 17 futbolcuya minimum 45 dakika şans verdi. 8 Temmuz’da yapılan
ikinci hazırlık maçında ise sekiz futbolcunun minimum 75 dakika sahada kaldığını
görüyoruz.
Galatasaray’ın Östersunds maçındaki kadroya baktığımızda;
maç kondisyonu açısından yetersiz olan dört futbolcunun sahada yer aldığını
görüyoruz: Ahmet Çalık bu iki hazırlık maçından sadece sonuncusunda 77 dakika
oynamıştı, ama Östersunds’a karşı 90 dakika mücadele etti. Yasin Öztekin iki hazırlık
maçında da 60 dakikayı geçmemişti, ama Östersunds karşısında 90 dakika görev
yaptı. Selçuk İnan sadece ilk maçta 45 dakika oynamıştı, ama Östersunds
karşısında tüm maç sahada yer aldı. Bafétimbi Fredius Gomis ise ikinci hazırlık
karşılaşmasında sadece 27 dakika oynayarak Östersunds maçına çıktı. Kaleciyi
çıkarırsak takımın yüzde kırkı maç kondisyonu açısından yetersizken sahaya
sürüldü Östersunds’a karşı. Bu bol bol hata olarak geri döndü Galatasaray’a.
Bu durumda insan ister istemez şunu düşünüyor; ya
Galatasaray Östersunds’u hiç ciddiye almadı, ya da teknik heyet maç kondisyonu
planlaması konusunda önemli bir hata yaptı. Veya her ikisi de.
-
Taktik
yetersizliklere gelecek olursak, nelerdi bunlar?
Tudor bir Balkanlı, bunu unutmamamız gerekiyor. Balkanlı
olmak tutkulu olmaktır, ama biraz da inatçı olmak demektir. Tudor’un kafasında bazı
şaşmaz “doğrular” var ve davranışlarını bu şaşmaz “doğrular”a göre organize
ediyor. Benzetme yapmak gerekirse Tudor’un yer yer Orhan Kemal’in Bekçi Murtaza romanındaki tiplemeye
benzediğini söyleyebiliriz.
Taktik yetersizlik sorusunun yanıtına gelince; Belhanda ve
Derdiyok’tan yoksun bir takım, Gomis’in de form ve maç kondisyonu bakımından
oldukça eksik olduğu dikkate alınınca klasik şablon olan 4-2-3-1’le sahaya
çıkmamalıydı. Maçı dengede tutmak ve eldeki kadrodan maksimum verim almak için
4-3-3 veya 4-4-2 daha doğru bir formasyon olabilirdi. Bu formasyonda orta
sahada Selçuk İnan, Tolga Ciğerci ve Ryan Donk üçlüsüyle çıkmak savunma
güvenliğini artırmış olacaktı. Böylece maç kondisyonu kötü olan İnan’ın bu eksikliği
de dengelenmiş olurdu.
Forvet hattında ise Yasin Öztekin, Sinan Gümüş ve Garry
Rodrigues üçlüsüne yer vermek, maç kondisyonu olmayan Gomis’i ise hamle oyuncusu
olarak maça sonradan dahil etmek doğru olurdu.
Bunun yanı sıra maç içinde formsuz olan Lionel Carole’ü
kenara alıp Koray Günter’i sağ beke, Linnes’i ise sol beke çekmek iyi bir çözüm
olabilirdi. Ne var ki Tudor bu taktik esnekliği göstermedi. Ayrıca
Galatasaray’ın rakip analiz biriminin Östersunds hakkında teknik heyeti
yeterince uyaramadığını da söyleyebiliriz.
-
Buradan
transferlere geçelim? Galatasaray transfer sezonunu şampiyon olarak tamamladı
gibi duruyor. Transferleri nasıl ele almak lazım?
Birkaç düzlemde ele alabiliriz transferleri. İlki tempo.
Kanat oyuncularının rakip eksiltmesi ve topla mesafe kat etmesi esastır. Ama
merkez oyuncularından çok beklenmez bu. Galatasaray’ın bu yılki transferlerine
baktığımız zaman kısmen Gomis hariç, hepsinin topla mesafe kat eden, yani dripling
yapan oyuncular olduğunu görüyoruz, ki bunlara Fernando da (Francisco Reges
Mouta) dahil. Artı, Badou (Papa Alioune N’Diaye), Younes Belhanda, Mariano (Mariano Ferreira Filho) ve Sofiane Feghouli topla kat etmenin yanı
sıra dikine ya da yatay, kolayca rakip eksilten futbolcular. Bu kadar çok topla
mesafe kat eden ve rakip eksilten futbolcu bir araya geliyorsa adını koyalım;
tempodur bu. Sol beke alınması planlanan futbolcuda da bu özelliğin
bulunacağını öngörebiliriz. Dolayısıyla 2017-2018 sezonunda Galatasaray, bir
tempo takımı olarak kurgulandı Tudor tarafından.
İkinci olarak. Şu soruyu sormalıyız; acaba Galatasaray’ın
yeni transferleri Türkiye’de ligin sertliğine nasıl tepki verecekler? Temelde
oynamaya değil, oynatmamaya çalışan takımların sertliği karşısında Harry
Kewell, Lincoln, Elano Brumer örneklerindeki gibi ezilecekler mi? Yoksa bu
sertliğe meydan okuyarak teknik kapasitelerini sergilemelerinin önündeki her
engeli yıkacaklar mı? Bu açıdan baktığımızda Galatasaray’ın yeni transferleri
arasında kırılgan bir oyuncu görmüyoruz. Başta Gomis olmak üzere neredeyse tüm
transferler fizik kalite olarak da normalin üzerindeler. Oldukça güçlüler. Burada
sadece Belhanda biraz nazenin duruyor. Ancak Belhanda da oldukça hareketli bir
oyuncu; futbolu durarak değil koşarak oynuyor. Bu sayede de saha içinde
yıpratıcı ikili mücadelelerin olmadığı boşlukları kolayca buluyor. Bu açıdan
Alex de Souza’yı andırıyor biraz.
Üçüncü olarak; çok dikkat çekmiyor, ancak Galatasaray bir Afrika
takımı olmaya doğru evriliyor. Çünkü ilk 11’de çok sayıda Afrikalı ve Afrika
kökenli oyuncu olacak. Galatasaray’ın doğrudan Afrikalı oyuncuları Badou,
Belhanda, Feghouli ve Gomis. Transfer edilmesi durumunda Kwadwo Asamoah’ı da bu
listeye ekleyebiliriz. Bunun dışında ilk 11’de üç tane de Afrika kökenli futbolcu
var: Mariano, Fernando ve Rodrigues. Afrikalı derken elbette sosyolojik bir
tanım getirmiyoruz. Afrikalı deyimini futbol deyimine, tempo, mücadele, kuvvet
ve sınırsız nefes tüketimi olarak çevirebiliriz. Bu da Tudor’un sahada
oyuncularından istediği ve beklediği özellikler.
Son nokta. Galatasaray’ın geçen sezon Luis Pedro Cavanda ve
Nigel de Jong dışındaki transferleri aslında doğru transferlerdi. Bundan kastedilen
Serdar Aziz, Tolga Ciğerci, Eren Derdiyok ve devre arasında gelen Rodrigues ile
Ahmet Çalık. Ancak bu futbolcular Jan Olde Riekerink’in oluşturduğu pasa dayalı
temposuz futbol içinde vasat altı bir profil çizdiler. Kayserispor maçındaki Serdar
Aziz, Tolga Ciğerci ve Martin Linnes performansları bize gösterdi ki, bu sezon
yapılan transferler geçen yıl gelenlerin performanslarını da yukarı çekmeye, onlara
değer katmaya başladı.
-
Biraz daha
detaya inecek olursak…
Transferleri birkaç düzlemde ele alabiliriz; savunma
güvenliği, omurga-kanat yapısı gibi.
Savunma güvenliğinden başlayalım. Savunma güvenliği için bir
takımda dört önemli pozisyon vardır: Sağ stoper, sol stoper ve bu futbolcuların
hemen önlerinde oynayan iki merkez oyuncusu. Bu iki merkez oyuncusu 6 numara ve
8 numaralardır. Bu dört futbolcu, heykel örneğinden hareket edersek takımın
kaidesini, yani yapının üzerinde yükseleceği temeli oluştururlar. Bu temel ne
kadar kuvvetliyse, takımın tüm yükünü de o oranda kaldırır.
Savunma güvenliği paradigmasından bakacak olursak, gördüğümüz
manzara şu: Galatasaray takım savunmasını yükünü taşıyan dört pozisyona üç
futbolcu transfer etti: Maicon Pereira Roque, Fernando ve Badou. Maicon sağ
ayaklı bir stoper. Galatasaray’ın Maicon’u transfer etmekle stratejik açıdan biraz
dolaylı hareket ettiğini söyleyebiliriz. Şöyle; takımın stoper envanterinde üç
yerli oyuncu var; Serdar Aziz, Ahmet Çalık ve Koray Günter. Ve bu üç oyuncu da
sağ ayaklı. Galatasaray bu üç sağ ayaklı oyuncunun yanına başka bir sağ ayaklı
stoper olan Maicon’u transfer etti. Halbuki stratejik öncelik sol ayaklı ve
defansa liderlik yapacak bir stoper transfer etmeyi gerektiriyordu. Böylece
elindeki sağ ayaklı stoper envanteri de daha verimli kullanılmış olacaktı. Aslında
süreç de böyle başlamıştı. Nitekim transfer mevsimi başladığında ilk olarak sol
ayaklı Francesco Acerbi’nin kapısı çalınmıştı. Ama bu transfer gerçekleşmeyince
Maicon tercih edildi.
-
Merkez
oyuncu transferlerine gelince…
Galatasaray’ın stoper tandeminin önünde oynayan yeni
transferleri 6 numara olarak transfer edilen Fernando ve 8 numara olarak
oynayan Badou. Fernando çevre kontrolü, verimli oynaması ve takımın ilk pas
istasyonu olması itibariyle ciddi bir katkı veriyor. Badou ise inanılmaz hızlı,
neredeyse her topa hamle yapan ve rakibi her pozisyonda sıkıntıya sokan bir
futbolcu.
Buradan geriye sarınca, savunma güvenliği için yaşamsal
öneme sahip dört pozisyondan üçüne transfer yaptığını görüyoruz Galatasaray’ın.
Envanterden Serdar Aziz de sol stopere çekildi. Galatasaray’ın burada alacağı
mesafe var daha. Eğer hızlı ve defansın liderliğini üstlenecek bir sol stoper
transfer edilirse Galatasaray’ın savunma güvenliği neredeyse şampiyonlar ligi
seviyesine yükselir. Eğer sol stoper transfer edilmeyecekse, Maicon’u sol
stoper oynatmak ve sağ stopere Serdar Aziz’i çekmek defans güvenliğini biraz yukarıya
çekecektir.
-
Bu açıdan
Maicon – Serdar Aziz tandemi güven veriyor mu?
Serdar Aziz - Maicon ikilisi Türkiye için oldukça yeterli
bir tandem olur. Bunun iki nedeni var. İlki, önlerinde oldukça güven veren bir
futbolcu oynuyor; Fernando. Üstüne herhalde Türkiye’nin en hızlı sprinter
futbolcularından birisi olan Badou var yine merkezde. İkincisi Asamoah’ın
geleceğini varsayarsak hızlı kanat bekleri de savunma güvenliğini artıracaktır.
Özellikle Mariano futbolu aklıyla oynayan, yani ne yapılması gerekiyorsa onu
yapan bir bek olarak defansa değer katıyor.
Burada bir soru işareti var. Galatasaray birçok maçta
ağırlıklı olarak rakip yarı sahada ve baskılı bir futbol oynayacak. Bu futbol
tarzı stoper ikilisinin oldukça hızlı olmasını gerektiriyor. Örnek vermek
gerekirse 2011-12 takımında sezona tandemde Servet Çetin – Gökhan Zan
ikilisiyle başlanmıştı. Ama bu ikili, yeterince hızlı olmadıkları arkada büyük
boşlukların bırakıldığı pres futbolunda başarılı olamamışlar, rakiplerine
geçilmişlerdi. Fatih Terim bunun panzehirini tandemi Tomaš Ujfaluši – Semih
Kaya ikilisiyle oluşturarak bulmuştu. Çünkü bu tandem oldukça hızlıydı ve rakiplerini
arkadaki boşluklarda kolayca yakalıyorlardı. Peki Maicon – Serdar Aziz ikilisi yeterince
hızlı mı? Bunu diyebiliriz, özellikle de Serdar Aziz için. Haftalar ilerledikçe
bir sakatlık yaşamaması durumunda Serdar Aziz hızı, pozisyon bilgisi ve
liderliğiyle kendisinden daha çok söz ettirecektir.
-
Peki savunma
güvenliğinin başka parametreleri de yok mu?
Elbette var. Takım savunması sadece dört futbolcu ve
kaleciden oluşmuyor. Beklerin kademeye girmesi, pozisyon alması, takımın topun
arkasına geçmesi, forvet ve kanat oyuncularının takım arkadaşlarıyla birlikte
topa baskı yapması da önemli.
Bunları alt alta topladığımızda şunu diyebiliriz:
Galatasaray’da her maçta diri bir savunma mücadelesi göreceğiz. Çünkü başta
Feghouli olmak üzere transfer edilen tüm oyuncular takım savunmasına ciddi
katkı verecek profile sahipler. Bu çerçevede tüm futbolcuların topun yeniden
kazanılması için pres uygulamasına aktif olarak katılacaklarını söyleyebiliriz.
Ki bunun işaretlerini Kayserispor maçında da net biçimde gördük.
-
Transferleri
başka hangi açıdan değerlendirebiliriz?
Transferleri değerlendireceğimiz bir diğer düzlem
omurga-kanat strüktürü.
Galatasaray geçen yıl olduğu gibi bu yıl da ilk olarak
omurgasında kuvvetlendirmeye gitti. Omurga derken kaleciden santrfora dek düz
bir çizgi çektiğimizde bu çizgi üzerinde yer alan stoperler, merkez orta saha,
ofansif orta saha oyuncularıyla santrforu kastediyoruz.
Takımın omurgasında geçen yıl da iyileşme öngörülmüştü ve bu
kapsamda Serdar Aziz, Tolga Ciğerci, Nigel de Jong ve Eren Derdiyok transfer
edilmişti. Ancak sakatlık (Serdar Aziz), yanlış transfer (De Jong), verimsizlik
(Wesley Sneijder, Selçuk İnan, Lukas Podolski) ve başta bekler olmak üzere
kanat oyuncuların yetersizlikleri nedeniyle omurga üzerine binen yükü kaldıramadı.
Bu yıl omurga Maicon, Fernando, Badou, Belhanda ve Gomis transferleriyle oldukça
sağlamlaştırıldı.
Geçen yıldan farklı olarak bu yıl ağırlıklı olarak omurgaya
değil, kanatlara da takviye yapıldı, yapılıyor. Sağ kanada Mariano ve Feghouli
transfer edildi. Sol kanada da bir bek ile bir forvet oyuncusunun transfer edileceği
konuşuluyor.
-
Tek tek
ilerlersek. Tudor için en öncelikli transfer Badou’ninkiydi. Halbuki bu
transfer, bütçesinin yüksekliği nedeniyle oldukça eleştirildi.
Türkiye’de “yerli” ve “millici” olanlar bile oryantalisttir,
referanslarını “batı”dan alırlar. Badou, Senegal futbol altyapısı tarafından
yetiştirildiği için hakkı yenen bir futbolcu. Aynı özelliklere sahip birisi
olarak Ankara yerine Lyon’dan, ya da Londra’dan İstanbul’a gelse havalimanı
dolup taşardı.
Bilindiği gibi Badou Osmanlıspor’da 10 numara, yani forvet
arkasında oynayan bir oyuncuydu. Herkes temelde geçiş futbolu oynayan
Osmanlıspor’da geniş alanlar bulduğu için başarılı olduğunu, hücum oynayan
Galatasaray’da ise bu alanı bulamayacağı için aynı performansı veremeyeceği
görüşündeydi. Oysa Badou sadece 10 numara değil, aynı zamanda 6 ve 8 numara
pozisyonlarında da oynayabilen bir oyuncu.
Burada Tudor’un satrançta (?!) işaretiyle birlikte
gösterilen zeki bir hamlesi var; Galatasaray Badou’yu 10 numara değil, 8 numara
pozisyonuna transfer etti. Yani reaktif oynayan Osmanlıspor’da 10 numarayken
önünde uzanan boş alanı Galatasaray’da da bulabileceği daha gerideki yere. Bir
sağ ve sol açık oyuncusu kadar hızlı olan Badou, deyim yerindeyse
Galatasaray’ın orta kanat oyuncusu artık; rakibi merkezden deliyor.
Tudor’un Badou’yu istemesi futbolcuyu beğenmesinden değil
sadece. Çünkü Galatasaray’ın 8 numarası olarak Tudor sadece iki oyuncu istedi; birisi
Badou’ydu, diğeri ise Gianelli Imbula. Imbula’yla Badou’nun iki ortak noktası
var; birisi ikisinin de 6 ve 8 numara pozisyonlarında oynaması. İkincisi ise
ikisinin de boş alanı topla çok hızlı kat eden süratli ve tempolu bir futbolcu
olması. Bu da gösteriyor ki Tudor ikinci bölgenin mümkün olan en hızlı biçimde
geçilmesini istiyor. Burada bir futbolcuya yönelik beğeniden daha çok bir
futbol vizyonu var.
-
Tudor
birkaç ay önce NTV’de katıldığı programda temponun altını çizmişti.
Geçen yılki Galatasaray, tek bir ürüne, ki bu ürün Bruma’ydı,
sahip bir muz cumhuriyeti gibiydi. Her şey Bruma’nın rakibini geçmesine
endeksliydi. Takım temposunu hiç artıramıyordu. Bu nedenle de sahaya iyi
yayılan ve organize olan her ekip Galatasaray’ı kolayca durdurabiliyordu.
2017-18 Galatasaray’ında ise durum çok farklı. Ağırlıklı olarak Badou sayesinde
Galatasaray maç içinde takımın merkezini ileriye taşıyabildiği gibi temposunu da
birkaç saniye içinde iki-üç vites artırabiliyor.
Aslında buna ilk olarak Badou’nun oyuna girdiği Herta Berlin’le
yapılan hazırlık maçında şahit olmuştuk. Arkasında Fernando’nun yarattığı
güvenlik kuşağını bulan Badou oyuna girdikten sonra Galatasaray’ın temposunu
bir anda öylesine artırmıştı ki, Herta gibi istikrarlı bir Bundesliga takımı
bile fark yemenin eşiğine gelmiş, merkez orta saha oyuncuları Galatasaray’ı
frenlemek için Badou’yu faulle durdurmak dışında bir şey üretememişlerdi.
Badou sayesinde tempo bir anda yükselebiliyor. Ayrıca şu da
söylenmeli; lige baktığımız zaman Türkiye’de Badou’nun özelliklerine sahip 8
numarası olan bir takım göremiyoruz. Burada bir şeyin altını iyi çizmeli:
Beşiktaş ve Fenerbahçe orta sahasında yer alan Atiba Hutchinson, Oğuzhan
Özyakup, Tolgay Arslan, Mehmet Ekici ileriye doğru oynayan isimler. Badou da
ileri doğru oynayan bir oyuncu. Ama Badou onlara göre bir fazla şey daha yapıyor:
İkinci bölgeyi neredeyse bir sprinter hızında topla birlikte, üstelik
rakiplerini teker teker eksilterek kat edebiliyor. Badou’yu benzersiz yapan
işte bu özellik.
Örneklemek gerekirse ikinci yarıda Badou’nun Mariano’dan
topu aldıktan sonra iki rakibini geçip rakip 18 önünde Ciğerci’yi tek pasla
kaleciyle karşı karşıya bırakması arasında sadece sekiz saniye var. Yaklaşık 60
metreyi, üstelik rakibinin darbesiyle tökezlemesine rağmen sekiz saniyede geçti
Badou. Müthiş bir süre. Galatasaray tempoyu dramatik biçimde yükseltebilen Badou’yu
Rennes, Montpellier, ya da Toulouse’dan değil, Osmanlıspor’dan transfer etti. Yani
herkesin gözünün önündeydi Badou. Ama kimse onu 8 numara olarak kendi takımında
görmek istemedi, Tudor dışında.
-
Hızlı bir
8 numara olarak Badou bir standart olur mu Türkiye’de bundan sonra?
Muhtemelen. Galatasaray’ın böyle sonradan standart haline
dönüşen öncülükleri vardır. Mesela 1992-93 sezonunda Karl Heinz Feldkamp iki
defans oyuncusu Falco Götz ve Rainer Stumpf’u transfer ettirmişti ve
Türkiye’deki tüm kupaları toplamıştı. Galatasaray örneğinden hareket eden
Fenerbahçe ertesi sezon takımın başına Alman teknik direktör Holger Osieck’i
getirirken defansa da Andeas Wagenhaus’u transfer etmişti. Uche-Högh ikilisi
bunun uzantısı olarak doğdu. Badou hamlesinden hareket ederek bir dahaki yıl
Beşiktaş ve Fenerbahçe’nin de kadrolarına sprinter bir 8 numara transfer etme
ihtimallerinin yüksek olacağını öngörebiliriz.
-
Badou’nun
eksi yönleri yok mu peki?
Olmaz olur mu? En temel eksikliği set oyunundaki
tercihlerinin oyunun akışıyla tam olarak örtüşemiyor olabilmesi. Bundan kasıt
set oyununda pas ve dripling tercihleri bazen yanlış olabiliyor. Bunun nedeni
ise tekniğinin eksik olması değil. Çünkü çok iyi bir tekniğe sahip. Bunu
yaklaşık 60 metre top sürdükten ve iki kişiyi geriye bıraktıktan sonra
neredeyse Ciğerci’nin ayağının üstüne attığı aşırtma pasta çok iyi gördük.
Badou maç boyunca neredeyse bir kenar oyuncusu kadar bol bol
sprint attığı için aktif dinlenmesini set oyunu içinde gerçekleştiriyor. Bu da
bir tansiyon yaratıyor üstünde ister istemez. Üstüne, set oyunlarında da rakip
oyuncuları geçmeyi daha çok denemeli Badou. Bu koşularını yatay düzlemde
(lateral) başlatıp, daha sonra yön değiştirerek dikine doğru ilerleyebilir.
-
Buradan
Feghouli transferine geçebiliriz galiba?
Evet, bu doğru olur. Çünkü Feghouli Tudor’un Badou’dan sonra
oyun yapısını üzerine inşa edeceği ikinci oyuncu. Bu niçin böyle? Üç neden var;
ilki Feghouli de Badou gibi topla inanılmaz hareketli ve hızlı. Bu da rakip
takımın savunma dengesinin aniden bozulması demek. İkincisi; Feghouli de yine
Badou gibi birkaç pozisyonu rahatlıkla oynayabiliyor kanat ve forvet arkası
gibi. Eğer takımınızda Feghouli varsa, ondan 4-2-3-1, 4-3-3, 4-4-2, 3-4-3,
bütün formasyonların iki ayrı pozisyonunda yararlanırsınız. Örnek vermek
gerekirse 4-4-2 formasyonunda Feghouli hem kanatta oynar, hem de Gomis’in hemen
arkasında yardımcı santrfor olarak. Üçüncü neden; Feghouli, tıpkı Badou gibi
oyunun iki yönünü de büyük bir iştahla oynayan ve her top için mücadele veren
bir oyuncu.
Bir adım daha atalım. Galatasaray’ın bu yılki makine
dairesinde Badou ve Feghouli olacak. Takımın tempo ve ritmini bu ikili
belirleyecek. Eğer transferi mümkün olursa Asamoah’ı da makine dairesinin üyesi
olarak yazabiliriz.
-
Tempodan
saha içi akla geçebiliriz sanki?
Mevcut yapıya baktığımız zaman Galatasaray’ın oynayacağı
oyunda aklı temsil eden iki oyuncu göreceğiz sahada. Birisi Fernando, diğeri
ise Belhanda.
Fernando’dan başlayalım. Galatasaray oyunu Fernando’nun
denetiminde ve gözetimde kuracak. Fernando bu anlamda Galatasaray’ın ilk pas
istasyonu. Takım Fernando’nun liderliğinde iki stoper ve iki kanat beki üzerinden
topu ikinci bölgeye aktaracak. Basit oyun anlayışı, çevre kontrolüne dayanan 360
derece saha görüşü ve hareketli yapısıyla Fernando bu görevin altından kolayca kalkacak
gibi görünüyor.
Fernando’nun bir diğer görevi daha var; rakip ataklarında
savunma dörtlüsü önünde dalgakıran oluşturmak. Fernando çok hızlı bir oyuncu
değil. Ama bire birler ve ikili mücadelelerde fiziğini çok iyi kullanıyor ve içgüdüsel
diyebileceğimiz doğru pozisyon alma yeteneğine sahip. Fernando ayrıca yere
yatarak top kazanma bakımından da oldukça başarılı. En önemli artısı ise futbolu
aklıyla oynaması ve tüm bunları bir tribün şovuna dönüştürmeden mütevazı
biçimde yerine getirmesi. Örneklemek gerekirse Kayserispor maçında ofsayt
olduğu için sayılmayan golde Rodrigues’e verdiği pasta tam altı rakip futbolcuyu
oyundan düştü. Tek pasla bir takımın yarısından fazla futbolcusunu oyundan
düşürmekten söz ediyoruz. Kolay bir iş değil.
-
Tudor onun
hem savunma, hem hücumdaki yetkinliğinden dolayı mı 4-1-4-1’i tercih etmeye
başladı?
Bilindiği gibi 4-1-4-1 formasyonunda en kritik pozisyon
defansın önünde oynayan (ve elbette orta sahadaki dörtlünün gerisinde) yalnız
ve tek oyuncudur. Oyun ofansif anlamda onun üzerinden defanstan orta sahaya
akar. Defansif anlamda ise orta saha dörtlüsünün çeperini oluşturduğu huninin
dibindedir. Dörtlü orta saha rakibin görüşünü ve akışını, huninin dibine, yani
Fernando’nun önüne doğru daraltır ve iter.
Kısaca Fernando defansta takımı üçlü stoper oynatan, ofansta
ise 8 numara gibi iş gören özel bir oyuncu. Ya da şöyle diyelim: Ne tek başına
yangınları söndüren bir itfaiye. Ne de tek başına geriden oyun kuran bir orta
saha. Her ikisi de.
-
Belhanda’ya
gelecek olursak…
Belhanda da Badou ve Feghouli gibi birkaç pozisyonda
oynayabilen bir futbolcu; kanatta, forvet arkasında, hatta yardımcı santrfor olarak
da oynayabiliyor Belhanda. En önemli özelliği oyunu aklıyla oynarken hareketli
olabilmesi ve kalabilmesi.
Burada bir şeyin altını kalınca çizmek lazım. Galatasaray
sahaya Jan Olde Riekerink’in 4-2-3-1 formasyonuyla yayılmıyor. Artık daha çok 4-1-4-1
takımı Galatasaray. Belhanda’nın bu formasyondaki yeri ise net biçimde
Badou’nun yanı. Geometrik olarak anlatmak gerekirse orta sahanın en gerisinde
Fernando var. Onun sağ çaprazında Badou, sol çaprazında da Belhanda.
Dolayısıyla Belhanda’nın sahadaki yeri merkez orta saha oyuncusu gibi.
Galatasaray’ın eski 10 numarası Wesley Sneijder ise iyi hatırlanacaktır,
kendini hep ileride sola atardı. Bu açıdan Belhanda için 10 numara giyen bir 8
numara demek yanlış olmaz. Zaten Kayserispor maçında takımı zinde gösteren
unsurlardan birisi de tam üç tane 8 numaranın görev yapmasıydı: Badou, Belhanda
ve Ciğerci. Elbette bu üç 8 numara içinde Belhanda’nın görev tanımı daha esnek
ve serbest. Ama sonuç değişmiyor. Galatasaray 6 numarası (Fernando) ve üç tane
8 numarasının hareketli ve yardımlaşmalı oyunu sayesinde hem oyunun temposunu
hep kendi elinde tuttu, hem iyi savunma yaptı, hem de hücumda bugüne dek pek
şahit olmadığımız bir zenginlik üretti. Tabii bu hareketli oyunda Rodrigues’in
rakibi yıpratan bindirmeleri ve sürekli ileriye koşular yapan Gomis’in
katkısını da unutmamak gerekiyor.
-
Neydi bu hücum
zenginliği?
Her şeyden önce dört golün de akan oyun içinde asistle
gelmesiydi. Artı, atılan dört golden üçünde (1, 2 ve 4’üncü gol) skorer oyuncu
neredeyse tek başına kaleciyle karşı karşıya kaldı. Bunun dışında kaleciyle
karşı kalınan başka pozisyonlar da var; Ciğerci’ninki gibi. Keza Rodrigues’in
kaleciyle karşı karşıya kalmasına rağmen Gomis’e boş kaleye yuvarlamak
anlamında Cruijff golü attırma tercihi nedeniyle iptal edilen pozisyon da unutulmamalı.
-
Belhanda’ya
dönecek olursak…
Belhanda’yı, “çıkıp öyle gol atacak, ya da öyle bir asist
yapacak ki Galatasaray maçı alacak” görüşüyle değerlendirmek doğru olmaz.
Dediğimiz gibi aslında klasik bir 10 numara daha çok 8 numara gibi oynayan
hareketli bir oyuncu Belhanda. Ama önemli bir özelliği var. Takımın yapıştırıcı
tutkalı. Çünkü çok hızlı olmamasına rağmen hareketli oynaması sayesinde hücum
setinde bütün oyuncuları birbirine bağlıyor ve boşluk bırakmıyor; hem topun daha
boş olan futbolcuya aktarılmasını sağlıyor, hem de boşluklara iyi sızıyor. Bu
açıdan Belhanda’nın oyuna katkısının henüz yeterince değerlendirilmediği
söyleyebiliriz. Ki süreç içinde performansı yüzde 30-40 daha da yükselecektir.
Şimdi bir adım geriye atıp kendimizi rakip yerine koyalım ve
şu soruyu soralım? Kimi tutarsak Galatasaray’ı durdurabiliriz? Geçen sene bu
sorunun yanıtı belliydi. Bruma’yı tut, Sneijder’e de pas ve şutunu önleyecek
kadar yakın oyna, Galatasaray’da elektrikler sönerdi, takım sessizliğe
bürünürdü.
Bu sene ise sağdan, soldan, merkezden, her yerden akan bir
Galatasaray var. Kimse top kendisine gelince bir oyuncuyu (10 numara) aramıyor;
herkes oyun kurucu, herkesin amacı en kısa sürede rakip kaleye gitmek. Çoğu
oyuncusu kolayca adam eksiltebildiği için rakip savunmanın dengesi kolayca bozulabiliyor.
En önde de durdurulması çok zor, kuvvetli bir santrfora sahip. Elbette şu
yanlış anlaşılmamalı. Galatasaray durdurulamaz bir takım değil. Onun da
zaafları var. Ama geçen yılla karşılaştırdığımızda ciddi bir anlayış, felsefe ve
mücadele farkı görüyoruz.
-
Buradan
belki o “kuvvetli santrfora” Gomis’e geçebiliriz.
Şimdiye kadar futbolcuları, tempo ve akıl kazandıranlar diye
ikiye ayırdık. Bunun dışında bir kategori daha var; takıma ruh katanlar. 2017-18
Galatasaray’ında takımın ruhunu Gomis temsil ediyor.
2011 takımıyla bir kıyaslama yaparsak konu daha iyi
anlaşılır. O takımda makine dairesinde iki oyuncu vardı: Engin Baytar ve Felipe
Melo. Emmanuel Eboué bu ikiliye kalfalık yapar, takımın temposunu ve ritmini bu
üçü belirlerdi. Takımın aklı ise iki oyuncuya emanet edilmişti: Tomaš Ujfaluši
ve Selçuk İnan. Emre Çolak da bu ikilinin çırağıydı. Takımın ruhuna gelince,
bunu tek başına bir oyuncu temsil ederdi: “Ulu” Johan Elmander.
Hiçbir zaman kendi şovunu yapmayan Elmander’in takımla ve
seyirciyle ilişkisi son derece sahiciydi. Çünkü Elmander’in en önemli özelliği profesyonelliğinin
sağlam bir ruhun yansıması olmasıydı. Bu nedenle tüm takım onun gözlerinin
içine bakardı. Unutmayalım, onun ellerini iki yana açmasıyla başlardı takım
presi. Onun futbol ve Galatasaray’la kurduğu hakiki ve samimi ilişkiyi
sonrasında hiçbir futbolcuda göremedik.
Gomis üzerinden Galatasaray hem Elmander gibi bir ruh
liderine kavuştu, hem de Elmander’den yetenek olarak çok daha fazlasına sahip
bir santrfora. Gomis sahada bir santrfordan ne beklenirse hepsini yapıyor: Sırtı
kaleye dönükken oynayabilme, arkadaşlarına boş koridor yaratma, takımı ileride
tutma, öne doğru boş koşu yapma ve golün her türlüsünü atma.
-
Galatasaray’da
böyle bir santrfor görülmüş müydü daha önce?
Ben görmedim. Ona bakınca acı kuvveti bakımından Gökmen
Özdenak’ı, sürekli pozisyon ve açı arayışı itibariyle Tanju Çolak’ı, pivot
özellikleriyle Hakan Şükür’ü, liderliğiyle Elmander’i, öne yaptığı koşularıyla
Burak Yılmaz’ı ve rakiplerinde yarattığı korku hissiyle Didier Drogba’yı görmek
mümkün. Hepsinden bir parça var onda.
Gomis’le ilgili son iki şey. Belki kalp rahatsızlığının da
etkisi vardır bunda, tam bilemiyorum. Gomis futbolu kültürel bir çerçevede ele
alıyor. Bundan kasıt Gomis’in futbolu para kazanmak için oynamadığını söylemek
değil. Tam tersine futboldan kazanabileceği en yüksek parayı kazanmaya
çalışıyor. Ama kazandığı parayı da son kuruşuna kadar hak etmek istiyor. Sürekli
fitness çalışması bu yüzden. Onu farklı ve lider kılan bu. Koşullara göre
davranmıyor veya davranışını değiştirmiyor. Bir ilkesi var ve bundan koşullara göre
taviz vermiyor. Zaten Elmander’e benzer yanı da burası. Belki bir Protestan
değil, ama bir Protestanın ahlakına sahip, Elmander gibi. Bu ahlak çerçevesinde
en iyiyi yapmaya çalışan, bundan keyif alan, bu kültürü takım arkadaşlarına yayan
ve tribünlerin karşısına bu kimliğiyle çıkan birisi. Ona bakınca ilk planda
tutkuyu görebiliyoruz, ama bu tutkunun arkasında ciddi bir profesyonellik kültürü
var.
İkincisi; Fransa doğumlu olmasına karşın her Senegalli gibi Gomis
de aslanlara tutkuyla bağlı. Latincesiyle söyleyecek olursak o bir Panthera leo senegalensis, yani Senegal aslanı sevdalısı. Bu nedenle gol
sonrası yaptığı şovu hem kendini ifade etmesi, hem de Galatasaray’ı sembolize etmesi
üzerinden okumalıyız. Maçın devre arasında Cenk Ergün’e söylediği “merci
beaucoup”nun (çok teşekkürler) arka planında içindeki aslanı sembolik anlamda en
iyi yaşayacağı ve yaşatacağı yere gelmenin sevinci var. Bu vesileyle Senegal
doğumlu Badou’nun da gol sonrasında pençelerini göstererek yine aslan şovu
yaptığını unutmayalım.
-
Yeni
transferler içinde konuşmadığımız bir tek Mariano kaldı galiba?
Evet. Mariano’dan bahsetmemek doğru olmaz. Sağ bekte ilk
isim Sébastien Corchia’ydı, ama transferi başarılamadı. Çünkü Fransa milli
takım havuzunda yer alan Corchia ulusal takım seçicilerinin takip ettiği bir
takımda olmak istedi. Corchia Sevilla’ya gitti, Sevilla’nın sağ beki Mariano da
Galatasaray’a geldi. Yaşını hariç tutarsak seviye ve kalite olarak Corchia’nın
altına düşülmediğini söyleyebiliriz.
Mariano’nun en önemli referansı hiç şüphesiz Monchi (Ramón
Rodriguez Verdejo). Halen Roma’nın sportif direktörü olan ve Sevilla gerçeğini
yaratan futbol insanından söz ediyoruz. Yaklaşık 15 yıl Sevila’da çalışan Monchi
bu sürede Dani Alves, İvan Rakitiç, Sergio Ramos, Julio Baptista, José Antonio
Reyes gibi isimleri keşfetmek, parlatmak ve pazarlamakla şöhret bulmuş bir
futbol insanı. Mariano da Girondins Bordeaux’da oynarken Monchi’nin vizyonu ve
oluruyla Sevilla’ya kazandırılmış bir futbolcu. Mariano’yu izlerken Monchi’nin
onda gördüğü kaliteli futbol kumaşına da bakmış oluyoruz aslında.
Dripling, ön koşu, pas, orta, rakibe müdahale, şutu bloke
etme… Mariano daha önce dediğimiz gibi o an ne yapılması gerekiyorsa onu yapan
bir oyuncu. Hem tempo yapabiliyor, hem kontrol futbolu oynayabiliyor. Oyun
vizyonu da normal üstü. Kayserispor maçındaki dört golden ikisindeki asist
öncesinde onun pası var.
Galatasaray’ın 11’inde ağırlıklı olarak iki küme var. Birisi
futbola Fransa’da başlayanlar ve yolu Fransa’dan geçenler kümesi. Bu kümede
Mariano’yla birlikte Belhanda, Feghouli ve Gomis yer alıyor. İkinci küme ise
Brezilya ekolünden gelenler; bunlar da Mariano, Maicon ve Fernando. Ki bu
üçlüden Fernando ve Maicon Porto’da da beraber oynadılar. Görüldüğü gibi farklı
ana kümeler var Galatasaray’da ve Mariano bu ana kümelerin göbek noktasında. Bu
sayede farklı yanındaki Maicon, çapraz solunda oynayan Fernando ve farklı
etnisiteye mensup önündeki Feghouli’yle aynı futbol dilini konuşabiliyor
Mariano. Bu önemli bir avantaj.
-
Belki bu
noktada bu transfer sezonunda Galatasaray’ın niçin Fransa pazarına kuvvetli bir
giriş yaptığını konuşabiliriz.
Çok iyi olur. Bilindiği gibi ana rakipleri Galatasaray’ı
karalamak için “Fransız” olduğunu ileri sürerler. Gerçekte ise Galatasaray’ın
kuruluşunda Mekteb-i Sultani öğretmeni olarak bile tek bir Fransız yer almamıştır.
Üstane, 112 yıllık tarihinde Galatasaray’da futbol oynayan sadece dört Fransa
uyruklu futbolcusu oldu: Didier Six, Sébastien Pérez, Franck Ribéry ve Bafé
Gomis. Aynı zamanda Senegal uyruğuna da sahip olan Gomis de Belhanda ve
Feghouli gibi futbola Fransa’da başlamış birisi.
Dolayısıyla Galatasaray tarihinde ilk defa bu kadar çok
Fransa altyapısına sahip futbolcu bir araya geliyor. Bunu Galatasaray büyük
ölçüde sportif direktör Cenk Ergün’e borçlu. İlk göreve getirildiğinde çoğu
Galatasaraylı Ergün’ü küçümsemişti. Oysaki Kayserispor maçında geçer not alan
bu takımı Tudor’la beraber kurgulayan iki kişiden birisi. Futbol geçmişi yok
Ergün’ün, ama futbolu iyi bilen ve ona farklı bakabilen birisi. Bunu da
analitik / matematik bir zekâya sahip olmasına borçlu. Üstüne iyi bildiği dört
lisan da eklenmeli.
Galatasaray Cenk Ergün üzerinden ilk kez Fransa futbol
pazarına kuvvetli bir giriş yaptı. Bunun birkaç nedeni var: İlki Fransa ligi neredeyse
Avrupa’nın üst düzey liglerine altyapı hizmeti veren bir lig konumunda.
İkincisi Fransa liginde fizik kalite üst düzeyde. Ligue 1, beş büyük lig içinde
tempo ve sertlik açısından Türkiye ligine en yakın lig konumunda İtalya Serie
A’yla birlikte. Bunun anlamı transfer edilen futbolcuların minimum adaptasyon
süreci yaşaması demek. Üçüncüsü Fransa Afrika futbol pazarının dünyaya açılan
penceresi konumunda; Avrupa’nın en atletik futbolcuları Fransa’da yetişiyor.
Bu, pazarda alıcı olarak davranan kulüpler için bol ürün ve çok fazla seçenek
anlamı demek. Dördüncüsü Fransa’da oynayan ve kendisine vizyon olarak İngiltere
Premier Ligi’ne transfer olmak ve Fransa ulusal takımında oynamak gibi büyük
hedefler koymayan futbolcuların büyük çoğunluğunu oldukça uygun bütçelerle
Türkiye’ye transfer etmek mümkün. Son olarak, Galatasaray isim anlamında
Fransa’da oldukça tanınan bir kulüp.
Bu çerçevede Fransa pazarına girmek Galatasaray için zaten
çok gecikmiş bir hamleydi. Nihayetinde bu yıl Fransa’ya kuvvetli bir giriş yapılmış
olundu. Bu aşı tuttuğu sürece önümüzdeki yıllarda Galatasaray’ın Fransa
pazarından daha genç, daha ucuz ve daha potansiyelli transferler
gerçekleştirmesini bekleyebiliriz.
Aslında bunu destekleyecek bir süreç de başladı: Türkiye ligi
artık Fransa’da yayınlanıyor. Fransa’da Türkiye’deki takımlar arasında en çok
futbol izleyicisini Galatasaray çekecektir büyük ihtimalle. Olympique Lyonnais
ve Olympique de Marseille taraftarı Gomis’i, Montpellier ve Nice’liler de
Belhanda’nın nasıl oynadığını merak edeceklerdir muhtemelen. Görüldüğü gibi Cenk
Ergün üzerinden Galatasaray “Fransız” olduğu için Fransa pazarına girmiş değil.
Bu hamlenin akılcı nedenleri var.
Bir de Galatasaray ve Türkiye Cenk Ergün nezdinde profesyonel
bir futbol yöneticisi kazanıyor. Bu gerçekte Galatasaray adına geleceğe bir
yatırım aynı zamanda; o gözle de bakmakta fayda var.
-
İlk başta
göreve getirildiğinde “Dursun Özbek muhtemel bir başarısızlık durumunda
kamuoyunun önüne atmak için bir kurban seçti” yorumu yapılmıştı.
O günlerde bu yorum doğru görünebilir; ama bugünden geçmişe
baktığımızda Dursun Özbek’in tarihe geçmek için bir hamle yaptığını görüyoruz.
Tarih boyunca kendi adıyla anılacak bir takım kuruyor aslında Özbek ve bu
takımın 11’inde Ünal Aysal döneminde transfer edilmiş tek futbolcu var;
Muslera. Özbek bu takımı Cenk Ergün’ün eliyle Tudor’un mimarlığında kuruyor.
-
Son olarak
Tudor’la bitirelim. Ne beklemeliyiz ondan?
Her şeyden önce Tudor bir teknik direktör olarak oldukça
genç. Sanırım Tomislav Kaloperoviç’ten sonra Galatasaray’da görev yapmış en
genç teknik direktör. Onu yorumlarken bu gerçeği unutmamakta fayda var. Bunun
dışında Tudor’u analiz ederken Galatasaray’ın genetik haritasını da iyi biliyor
olmak gerekir.
Galatasaray bir teknik direktör kulübüdür. Bunun anlamı,
teknik direktörler, koçlar Galatasaray’da özgür bırakılırlar ve işlerine nadiren
karışılır. Bunun karşılığında ise şan ve zafer de onlarındır, başarısızlık da.
Galatasaray’da bir teknik direktör için “takımı o mu şampiyon yaptı” diyen
başkan yoktur, görülmemiştir. Artı, Galatasaray’ın futbol tarihine baktığımızda,
başarıya ulaşmış teknik direktörlerin otoriter diyebileceğimiz bir kimliğe
sahip oldukları görülür: “Baba” Gündüz Kılıç, Coşkun Özarı, Brian Birch, Jupp
Derwall, Mustafa Denizli, Karl Heinz Feldkampf, Fatih Terim, Mircea Lucescu,
Erik Gerets; hepsi bu otoriter teknik direktör tipolojisinin temsilcisidir.
Elbette bunun istisnaları vardır: Hamza Hamzaoğlu otoriter
olmamasına rağmen başarılı olmuştur, Gheorghe Hagi ise otoriter olmasına rağmen
Galatasaray’da başarılı olamamıştır. Ancak biz burada bir modelleme yapıyoruz.
Tekil örnekleri hesap dışı tutabiliriz.
Psikolojik ve tarihsel olarak böyle bir arka plan var Galatasaray’da.
Otoriter kimliği Tudor’u başarılı kılabilir, ama başka faktörler de etkili
başarılı olmak için.
-
Nedir bu
faktörler?
Öncelikli olarak futbol vizyonu ve felsefesine de bakmamız
gerekiyor. Tudor’un futbol felsefesi oldukça basit: Fizik kalitesi üst seviyede
bir takım, tüm sahada rakibe ve topa baskı, tempolu futbol, hızlı geçiş
oyunları, son topa kadar kolektif oyun anlayışı ve taktik disiplin.
Bu futbol felsefesini Kayserispor maçından bir örnekle daha
iyi anlamak mümkün. Bunun için Galatasaray’ın üçüncü golüne gidelim. Dakika 37,
Kayserispor atak yapıyor. Jean Armel Kana Biyik topla Galatasaray sahasında
akarken Badou’nun arkadan sıkıştırması sonucunda Fernando tarafından bozuluyor.
Top başka bir Kayserisporluya, Fernando Boldrin’e geliyor, ama etrafı üç
Galatasaraylıyla çevrili. Maicon hemen ayağını sokuyor ve topu Fernando’ya
kazandırıyor, o da hemen Badou’ya aktarıyor. Badou birden öne fırlıyor topla.
Onunla birlikte aynı hizada Ciğerci ve Belhanda da ileri fırlıyor. Daha önde de
Rodrigues ve Gomis var, boş koşu yapıyorlar. Beş Galatasaraylıya karşı dört
Kayserisporlu var kadrajda. Badou 10 metre kadar topu sürdükten sonra
Belhanda’yı görüyor. Bu arada Rodrigues sağa doğru koşu yaparak iki
Kayserisporluyu üzerine çekiyor. Gomis ise sola koşuyor. Belhanda onu topla
buluşturduğunda başında iki rakip oyuncu var. Gomis kendi sağına topu çekip
kaleye vuruyor. Sonucu biliyoruz.
Topun Fernando tarafından kazanılmasıyla Gomis’in golü
arasında tam 12 saniye var. Bu 12 saniye içinde Galatasaray futbolcular toplam
üç pasla yaklaşık 65 metre mesafe kat ettiler. Bu golde Badou’nun, Belhanda’ya
pas verdikten sonra ceza sahasına doğru koşusuna devam ettiğini ve Gomis golü
atarken hemen yanıbaşında olduğunu da söylemeliyiz.
Bu golde Tudor’un tüm felsefesi yer alıyor: Rakibe baskı,
tempo, hızlı geçiş oyunu, kolektif oyun anlayışı ve taktik disiplin. Atılan
dört golde de rakip ceza sahası içinde ortalama üç Galatasaraylının bulunmasını
oyunun spontane gelişmesi, ya da oyuncuların iştahıyla açıklayamayız tek başına.
Belli ki Tudor antrenmanlarda düzenli olarak bunu çalıştırıyor takıma.
-
Her şeyi
üst üste koyduğumuzda Tudor’u nasıl analiz etmeliyiz?
Tudor’un iyi yaptığı şeyler de var, kendini geliştirmesi
konular da.
İyi yaptığı şeylerden başlayalım. Her şeyden önce iyi bir
çalıştırıcı Tudor. Önem verdiği ilk şey takımın fizik kalitesi. Bu konuda çok
haksız sayılmaz, çünkü yetenek ve teknik kapasite ancak ve ancak üstün fizik
kalite varken gelişir. İyi biliyoruz ki Türkiye, özellikle deplasman maçlarında
fizik kalitesi yüksek takımların puan alabildiği sert bir lige sahip. Bu açıdan
Tudor’un fizik kaliteye verdiği önem, lig yarışını sonuna kadar sürdürmek
bakımından kritik öneme sahip. Ve yine Biliyoruz ki Tudor takımları fizik
kalitesi yüksek takımlardır. Bu yıl tek kulvarda mücadele edecek Galatasaray, fizik
kalite olarak ligin en iyi takımı olmaya aday.
Onun dışında futbol vizyonu oldukça iyi Tudor’un. Badou
hamlesinde net biçimde gördük bunu. Ki Badou tek başına ligin seyrini
değiştirebilecek bir oyuncu. Haksız rekabet yaratıyor çünkü.
Biraz önce değindik. Tudor iyi bir futbol felsefesine sahip.
Burada önemli olan felsefenin kendisinden çok, bu futbol felsefesinin
Türkiye’de başarılı olmak için uygun olması. Yoksa örneğin Frank Rijkaard’ın da
futbol felsefesi de oldukça iyiydi, ama Türkiye için cari değildi; tıpkı
Riekerink’inki, Michael Skibbe’ninki gibi.
Tudor’un bir diğer artısı, bir sistem hocası olması. “Sistem
oynar ve kazanır” ekolünden Tudor. Belki de oyun tıkanınca taktik arayışlara
girmemesinin nedeni bu. Şöyle düşünüyor muhtemelen: “Oyun, sistemi iyi işletemediğimiz
için tıkandı. Bu tıkanıklığı taktik arayışla çözmek, sistemden uzaklaşmak
anlamına gelir. Demek ki sistemi işletmemiz için daha çok çalışmamız lazım.” Bu
nereden baktığınıza göre değişen bir görüş. “Bekçi Murtaza” tiplemesi de var bu
düşüncenin içinde, gelişime açıklık da.
Bir avantajı daha var Tudor’un. Bu yıl Türkiye’de takımların
ilk 11’lerindeki yabancı oyuncu sayısı radikal biçimde arttı. Bu yarışta,
Tudor’un yabancı oyuncularla iletişim kurma açısından, özellikle Türkçe dışında
dil bilmeyen rakiplerine göre oldukça şansı bulunduğu söylenmeli.
Son olarak belki de en önemli artısı, kendisinin futbol
felsefesine ve çalışma disiplinine inanan ve destekleyen bir futbolcu grubuyla
yapamayacağı çok az şeyin bulunması. Tudor, göç sırasında sürünün en önündeki
lider kuş olmayı başarırsa parlak bir kariyere yelken açabilir.
-
Eksilerine
gelince.
Henüz mesleğinde bir kalfa Tudor, usta değil. Bunu özellikle
menajer yetenekleri açısından söylüyoruz. Bilindiği gibi futbolun mucidi İngilizler
teknik direktöre “yönetici” anlamında “menajer” derler. Çünkü bu meslek,
insanları, yani futbolcuları belli kurallar, sistemler ve çalışmalar üzerinde
bir araya getirmek ve bir hedefe götürmek amacıyla yönetmek mesleğidir. Bu
nedenle “man management” denilen “insan yönetimi” teknik direktörlüğün en
önemli ve değerli alt disiplinidir. Tudor’un usta olmadığı konu bu. Çünkü Tudor’un
verdiği kararlar, futbolcunun durumunu anlamasını, buna rıza göstermesini ve durumu
içselleştirmesini kapsamıyor bazı durumlarda.
Tudor taktik yeterlilik anlamında da bir üstat değil. Bu
konuda da henüz kalfa. İlkelerine sonuna kadar bağlılığı, bazı durumlarda
taktik konularda yaratıcı çözümler aramasını önlüyor. Östersunds eşleşmesinde
net biçimde yaşadık bunu. Ama aynı şeyi mesela Kayserispor maçında tekrarlamadı.
Galatasaray’ı 4-1-4-1 formasyonunda, üstelik de asimetrik oynattı saf bir
merkez oyuncusu olan Ciğerci’ye ilk 11’de yer vererek. Halbuki ilkeleri onun
iki kanatta da forvet karakterli orta saha oyuncusu oynatmasını gerektiriyordu.
Bunu yapmadı, tek kanatla sahaya sürdü takımı, iyi ki de sürdü. Çünkü
Galatasaray’ı rakip üstünde belirgin biçimde üstün kılan unsur, merkez orta
sahayı dört oyuncuyla (Fernando, Badou, Belhanda ve Ciğerci) kapatmasıydı. Rodrigues’i
ise asimetrik olarak tek kanatta kullandı Tudor. Gomis’i de en ileride.
En belirgin eksisi ise Tudor’a yönelik güven açığı.
Galatasaray’ın sosyal paydaşları (taraftar, kulüp üyeleri, spor kamuoyu, vb.)
bir teknik direktör olarak Tudor’a yüzde yüz güveniyor değil. Herkes, onu bir
tür kaza yapması muhtemel bir şoför gibi algılıyor. Tudor’un bu güven açığını
kapatması için iki şeye ihtiyaç var: Takımın iyi futbol oynaması ve istikrarlı
sonuçlar alması.
-
Yani bir
kalfayla başarılı olması bekleniyor Galatasaray’ın, öyle mi?
Aslında Galatasaray’a geldiğinde Kaloperoviç de, Lucescu da,
Gerets de kalfaydı. Ama başarılı oldular. Terim’in de 1996’da Galatasaray’a
geldiğinde kulüp çalıştırıcılığı sahasında hiçbir başarısı yoktu. Başka bir
örnek; Brian Birch Galatasaray’da göreve başladığında bırakalım kalfayı, çırak
bile değildi. Çünkü Coşkun Özarı’nın kondisyoneri ve yardımcısı olarak göreve
başlamıştı Birch 1970’te. Takımı o sezon şampiyon yapan Coşkun Özarı’nın
ayrılmasından sonra da teknik direktörlüğe getirildi ve iki yıl üst üste
şampiyonluk yaşadı.
Tudor gerek felsefesi, gerekse de karakteri itibariyle
Galatasaray teknik direktörleri arasında Birch’le Kalli arasında bir yerlerde
duruyor. Futbol felsefesi Kalli’yi, çalıştırıcılığı ise Birch’ü andırıyor.
Eğer geçen sezon olduğu gibi çalışmak yanlısı olmayan
futbolcular bulunsaydı kadroda, Tudor’un şansı az olurdu. Ama bu sezon
oluşturulan takım çalışma disiplini açısından arızasız, futbol iştahı
bakımından da oldukça aç görünüyor. Futbolcular hafta içinde çok çalışmanın
karşılığını hafta sonunda alacaklarını gördüler Kayserispor maçında. Tudor da
teknik direktörlük başarısı olarak aç ve iştahlı bir hoca. Futbolcularını
sürantrene etmezse başarılı olma ihtimali oldukça yüksek. Bu süreçte takım iyi
oynadığı sürece taraftar desteğini de arkasında hissedecek Tudor ve futbolcular.
Son söz olarak; Birch, Denizli, Terim ve Lucescu gibi Tudor
da Galatasaray’la birlikte büyüyebilir. Ancak şu anki durumu, meşhur olacağı
boğa güreşine çıkmadan önce ablasına, “ağlama Angelita, bu akşam ya sana bir ev
alacağım, ya da yasımı tutacaksın” diye seslenen El Cordobes’ten farklı değil
Tudor’un.
Heyecan uyandıran, umut aşılayan bu değerlendirme için teşekkür ederim.
YanıtlaSilKimsenin ayağına taş değmesin. Emek veren herkesin, karşılığını aldığı, mutlu eden, öğreten, geliştiren bir süreç olsun, dilerim.
üstad, çok teşekkürler. Rijkaard döneminde de çok iyi analiz ve beklentiler vardı. Olmadı. Ama bu ülkede futbol için umut olacaksa bunun adı Galatasaray'dır. Emeğinize sağlık.
YanıtlaSilBaşından itibaren heyecanla okudum emeğinize sağlık.
YanıtlaSil