30 Ağustos 2017 Çarşamba

Tudor'un Galatasaray'ı...



-      Igor Tudor’dan başlayalım. Lige Kayserispor maçında taraftar tarafından ıslıklanarak başladı, o maça kadar bir nefret nesnesiydi. Şimdi ise saygı ve güven objesi oldu. En dipten en yükseğe süren çok kısa bir yolculuk.

Taraftarın anlık bakış açısı ve tepkisi deyip geçelim. İfrat (aşırıya varma) ve tefrite (hafiften alma) varmadan Tudor’un futbola bakış açısını doğru bir düzleme oturtmalıyız. Bu açıdan Tudor’un futbola bakışını iki platformda ele alabiliriz. İlki pragmatizm, ikincisi taktisyenlik.

Tudor’un pragmatist yönüyle başlayalım. Çoğu kişi için Tudor sert bir hocadır, esnemez. Ya kırılır, ya da kırar. Ama futbol izleğini sürdüğümüzde aslında Tudor’un oldukça pragmatist, yani belirli ilkeler ışığında koşullara oldukça esnek yaklaştığını görebiliyoruz. Mesela Galatasaray’ı 3-5-2 ve 4-4-2’den izler taşıyan bir şekilde oynattığı 4-1-4-1 formasyonu. 4-1-4-1 Tudor’un ana formasyonu değildi; nitekim Galatasaray sezona resmi olarak 4-2-3-1 formasyonuyla başlamıştı; en azından elendiği Östersunds karşılaşmalarında sahaya bu formasyonla çıkmıştı. Ama sonra Tudor rotayı 4-1-4-1’e çevirdi. Bunu da kâğıt üzerinde 4-1-4-1 4-2-3-1’den daha mükemmel olduğu için yapmadı. Muhtemelen Fernando (Francisco Reges Mouta) transferinden sonra, onun meziyetlerini kendi gözleriyle görmesinin ardından karar verdi yeni formasyona. Bu arada söylemeye gerek yok; Tudor transferleri Galatasaray’ı 4-1-4-1 oynatmak için de yaptırtmadı. Transferlerde gözettiği üç şey oldu Tudor’un. Birincisi oyuncunun çok yönlü olması. İkincisi modern futbolun gerekliliği olarak oyunun iki yönünü oynayabilmesi. Üçüncü olarak da karakter. Sonra oyuncu havuzuna bakarak 4-1-4-1’de Galatasaray’ın daha etkili olabileceğine karar verdi.

-      Galatasaray’ın 4-1-4-1 macerası ne zaman başladı?

Östersunds’a elenmenin ardından oynanan Herta Berlin maçıyla Galatasaray 4-1-4-1’e geçiş yaptı. Hatırlayalım; o maçta defansın önünde Selçuk İnan’la başlamıştı Tudor. İnan’ın önünde ise Younès Belhanda ve Tolga Ciğerci vardı. Kanatlarda ise Recep Gül ve Garry Rodrigues oynamıştı. En önde de Bafétimbi Gomis. Yani simetrik bir 4-1-4-1’le çıkmıştı sahaya Galatasaray. İnan sakatlanınca yerine Koray Günter geçti. Günter’i ikinci yarıda stoper Ahmet Çalık’ın yerine çekti Tudor. Ve ondan boşalan stoper tandeminin önüne de o pozisyonun ideal futbolcusu olarak düşündüğü Fernando’yu koydu. İkinci yarıda Ciğerci yerine de Badou’ya (Papa Alioune N’Diaye) görev vermişti Tudor. Bu değişiklikten sonra Galatasaray ikinci yarının başında temposunu bir anda artırmış ve Herta’yı zor durumda bırakmıştı. Bu aslında dokuz gün sonra oynanacak Kayserispor lig maçında Galatasaray’ın rakibini nelerin beklediğini gösteren en önemli prova oldu.

Kayserispor maçında fazladan bir şey yaptı Tudor. Simetrik yapıyı terk ederek tek kanatla çıktı maça ve merkez orta sahanın soluna Ciğerci’yi ekledi. Sonrasını biliyoruz. Bu maçla beraber bir Tolgamania başladı Türkiye’de.

-      Tolga Ciğerci’nin bir anda maniaya dönüşmesine sonra geleceğiz. Kayserispor maçında niçin böylesi bir değişiklik yaptı Tudor?

İşte burada Tudor’un hem pragmatist, hem de taktisyen yüzüyle karşılaşıyoruz. Galatasaray’ın ve ligin seyrini bir anda değiştiren bir hamle oldu bu. Niçin bu hamleyi yaptı? Muhtemelen üç nedeni var; ilki kadrodaki kanat oyuncularının yetersizliği. Ki bunu Herta maçında bir kez daha görmüştük. Kayserispor maçına kadar her iki kanatta da birer kanat oyuncusunun oynaması, Galatasaray’ın çift kanattan akan bir takım haline getirememişti. İkinci neden oyunun ve takımın merkezini bir fazla oyuncuyla tahkim ederek rakibe hükmetmeyi planladı büyük ölçüde. Ciğerci fotoğrafa burada girdi, ama onu da sahte kanat gibi oynattı Tudor. Yani Ciğerci’ye birinci görev olarak topla soldan gitmeyi vermedi. Veremezdi de zaten, çünkü Ciğerci bir dripling oyuncusu değil. Tudor’un Ciğerci’ye verdiği birinci görev, her Galatasaray atağında sol kanat oyuncusu gibi ceza sahasına boş koşular yapmasıydı. Yani atak sağ kanatta olgunlaşırken ikinci direğe girmek; oyun ileri doğru hareketlenince, özellikle de geçiş oyunlarında rakip ceza sahasına boş koşular yapmak; tüm Galatasaray hücumlarını hangi koridorda bulunursa bulunsun kayıtsız şartsız desteklemek. Nitekim Ciğerci’nin üç maç boyunca attığı ve kaçırdığı gollerde hep bunu gördük. Bu vesileyle şu söylenmeli. Benzer bir görevi Badou da üstleniyor, Belhanda da. Bu meseleyi pres üzerinde konuşurken daha iyi anlayacağız.



-      Tudor’un Ciğerci’yi merkeze atmasının üçüncü nedeni neydi?

Bu bir tahmin. Transfer sezonunun başından bu yana Tudor’un ısrarla Kwadwo Asamoah’ı istediğini biliyoruz. Bunu tam bilemiyoruz, ama Fernando’nun önündeki üçlüyü Badou, Belhanda ve Asamoah olarak tasarlamış olabilir Tudor. Bu üçlü orta saha bloğunu, Asamoah yerine Tolga Ciğerci örneği üzerinden de sahada denemek istemiş olabilir. Elbette, denildiği gibi bu bir tahmin. Şu bir gerçek; Fernando, Badou, Belhanda ve Asamoah’tan oluşan merkez orta saha yapısı, bir de önlerine Sofiane Feghouli’yi koyarsak, bırakalım ligi, Şampiyonlar Ligi seviyesinde bir orta saha olur. Eğer Tudor’un kafasında böyle bir orta saha varsa, Ciğerci’nin ilk üç haftaki performansından sonra bu görüşü biraz değişmiş ve zenginleşmiş olmalı.

-      Toparlarsak kanat oyuncularının yetersizliği yüzünden Ciğerci’yi merkeze çekmesi Tudor’un pragmatik, onu sahte sol kanat oyuncusu gibi oynatması ise taktisyenliğinin eseri. Doğru mu?

Kesinlikle. Ama burada bir romantizmin içinde bulmayalım kendimizi. Tudor, bir heykeltıraşın taşı yontması gibi Tolga Ciğerci’den mükemmel bir futbolcu yarattı romantizmine kapılmamak gerek. Böyle bir şey yok. Her şey kademe kademe gelişti Galatasaray’da; tıpkı bilimsel devrimlerdeki gibi, deneye deneye. Tudor’un ana düşüncesi merkez orta sahayı kuvvetlendirmek, tahkim etmekti. Ciğerci’yle merkez orta sahayı dörtledi. Ardından Fernando hariç, tüm merkez oyuncularının hücumları öne doğru koşular yaparak desteklemelerini istedi. Fizik kalite olarak sezonu erken açtığı için formunun zirvesinde olan Ciğerci, Tudor’un bu isteğine en iyi yanıt veren futbolcu oldu. Böylece bir orta saha futbolcusu olarak takımının en çok pozisyona giren ve atan oyuncusu unvanına erişti Ciğerci. Olup biten budur.

-      Bunu nereden biliyoruz?

Geçen sezondan. Tolga aynı özelliklerle geçen sezon da Tudor’un elindeydi. Ama bu yönü ortaya çıkmamıştı. Çünkü geçiş hücumlarında öne koşular yapması istenmiyordu ondan. Bunun birkaç nedeni var; en temel neden Galatasaray’ın hareketli değil, statik bir takım olmasıydı. Bu statikliğin temel kaynağı ise çoğu insanın sandığı gibi merkez orta sahası değil, hücum hattıydı. Yasin Öztekin, Wesley Sneijder, Bruma ve Lukas Podolski’den oluşan ve savunma kurgusunda neredeyse hiç rol almayan bir hücum hattına sahipti Galatasaray. Bu hücum hattının yükünü kendi içinde sorunları olan merkez orta saha ve stoper tandemi kaldıramadı.

-      Çok eskiye gitmeye gerek yok ama neydi bu sorunlar?

Galatasaray’ın merkezi orta saha yapısı 2013-2014 sezonu başında Hamit Altıntop’un sakatlanmasıyla düşüşe geçti. Felipe Melo ve Selçuk İnan’dan oluşan merkezi yapı, ileride yer alan ve takımın savunma kurgusunda neredeyse hiç görev almayan Sneijder, Didier Drogba ve Burak Yılmaz’ı kaldıramadı. Hatırlanmalı ki 2014-2015’te şampiyonluk merkezi orta sahaya sakatlıktan kurtulan Altıntop’un eklenmesiyle kazanılmıştı. Sonraki sezonu Galatasaray 6 numarası olmadan geçirdi. Geçen sezon bunun için transfer edilen Nigel de Jong ise 6 numara için artık çok yetersizdi. Zaten son üç-dört sezondaki takımla bu yılki Galatasaray arasındaki en temel fark da burada. Bu sezon 11 futbolcu da yemek hazırlamak için uğraşıyor ortaklaşa. Daha önceki sezonlarda ise yemek hazırlama görevi sadece birkaç futbolcunun üzerindeydi; diğerleri sofra başında hazırlanan yemeğin kendilerine servis edilmesini bekliyorlardı. Yemek gelmeyince de insanlar sofrada hazır yemek bekleyenlere değil, mutfaktakilere kızıyordu. Ki geçen sezon mutfaktaki oyunculardan birisi de Ciğerci’ydi. Bu sezon Galatasaray’da 11 futbolcunun da iştahlı biçimde çalışması herkesin yeteneklerinden optimum seviyede yararlanılmasının önünü açtı.



-      Burada Tolgamaniadan söz edelim biraz. Nasıl oldu bu? Ciğerci mi büyük bir aşama kat etti, yoksa bazı yetenekleri yeni mi keşfedildi?

Ciğerci’ye baktığımız zaman temelde üç önemli meziyete sahip olduğunu görüyoruz. İlki futbolu koşarak oynaması; enerjisi ve temposu yüksek bir oyuncu Ciğerci. İkincisi, dikine oynamaya çalışması. Topla mesafe pek kat edemese de Ciğerci dikine veya çapraz, uzun menzilli ve rakibi oyundan düşürebilen paslar verebilen bir oyuncu. Yani bir hamlede dengeyi değiştirebiliyor. Üçüncüsü de futbolun esasının biraz da boş koşu yapmak olduğunu bilerek oynaması. Geçen sezon Ciğerci’nin en temel sorunu pozisyonunun ne olduğunun tam belli olmamasıydı. Geçen yıl çoğu maçta 6 numara oynadı, ama rakibe değil de topa odaklandığı için çok hata yaptı; bu pozisyonda başarılı olamadı. Sadece 6 değil, 8 numara için de pek uygun bir profil çizememişti Ciğerci. Çünkü bırakalım golü, asist, kilit pas üretiminde bile oldukça gerideydi. Ama daha önce konuştuk; bunun temel nedeni geçen sezonki kadronun yapısal sorunlar içermesiydi. Bu sezonki en önemli fark şu. Tudor Fernando hariç tüm merkez ve hücum oyuncularından geçiş oyunlarında ileriye doğru hızlı koşular yapmasını istiyor. Dolayısıyla bu pozisyonlarda doğru yere boş koşu yapabilen Ciğerci sürpriz golcü olarak rakip ceza sahasına giriyor ve topla buluşuyor. Gerçekte bitiriciliği iyi olmamasına rağmen marke edilemeden gol vuruşu yapabileceği noktalara sokulabildi bu sezon Ciğerci; goller de böyle geldi.

Bu boş koşu yapmanın futbolda ne kadar önemli olduğu, Ciğerci gibi Almanya altyapısının ürünü olan Uğur Tütüneker’den öğrenmişti Türkiye. Bayern München altyapısından 1986-1987 sezonunda Galatasaray’a gelen Tütüneker, bitirişi de iyi olduğu için o sezon takımın santrforu olan Mirsad Kovačević’ten bile daha fazla gol atmıştı. Şimdi yaklaşık 30 yıl sonra aynı şeyi Ciğerci yapıyor.

Ciğerci’yle ilgili son ve belki de fotoğrafı en iyi veren şey: Ciğerci Sivasspor maçının 11’inci dakikasında rakip kale önünde golü kaçırdığı noktaya gelene kadar toplam 98 metre mesafe kat etti. Bu 98 metre boyunca üç şey yaptı Ciğerci. Önce çapraz koşu yaparak ve biraz oyalanarak Fernando Muslera’nın kendisine top atmasını bekledi. Top gelince 15 metre kadar topla ilerledi. Sonra da Garry Rodrigues’e pas atarak koşusunu devam ettirdi. Ciğerci tüm bu birleşik hareketleri yaparken 98 metreyi 13 saniyede geçti. 100 metre dünya rekorunun 9.58 saniye olduğunu ve gerçekte bir sprint gibi koşma özelliğine sahip olmadığını düşünürsek Ciğerci’nin ne derece büyük bir iş çıkardığını daha iyi anlarız. Tolgamaniaya bu da dahil edilmeli.

-      Tudor’un Ciğerci’den sahte sol kanat oyuncusu koşuları yapmak istemesi taktisyenliğinin tek örneği mi?

Elbette değil. Geriden başlayacak olursak Fernando’yu yerine göre sarkık libero, yerine göre ön libero, yerine göre de oyun kurucu olarak kullanması. Yine Fernando’yu stoperlerin arasına sokarak özellikle Maicon’u (Pereira Roque) geriden oyun kurucu olarak oynatması. Ki rakip takımların Fernando’nun oyun kurmasını önlemek adına baskı yapması durumunda iyi ve ciddi bir B planı olarak işlev görüyor Maicon’un Galatasaray hücumlarına aktif biçimde katılması. Daha önce bahsedildiği gibi rakibe hükmetmek için merkez orta sahayı dört futbolcuyla tutması. Atak sırasında topun kaptırılması durumunda rakibe sağlıklı biçimde pres yapılabilecek sayısal yeterliliğe sahip olunması için futbolculardan ileri koşu yapmasını istemesi; bunlar hep Tudor’un taktisyenliğinin örneklerini oluşturuyor.

Keza transfer edildiği takımda santrfor arkasında 10 numara oynayan Badou’yu Galatasaray’da 8 numara, yani tüm sahayı kullanan merkez orta saha oyuncusu olarak kullanması da önemli bir taktisyen hamlesi.



-      Takımın pres yapmasının taktik amacı ne?

Şimdi spor yazarlarının çoğuna ve Galatasaray taraftarına sorsak “takım niçin pres yapıyor” diye şu yanıtı vereceklerdir: “Topu yeniden kazanmak için.” Bu doğru, ama gerçeğin sadece bir kısmını açıkladığı için yanıltıcı.

Aslında Galatasaray temelde pres değil, Almanların “gegenpressen” dedikleri “karşı pres” yapıyor. Karşı preste amaç topu yeniden kazanmak değil. Topun üçüncü bölgede, yani rakip kaleye yakın olan bölümde kaybedilmesinden sonra rakip takım hücuma çıkarken topu en kısa süre içinde kazanarak geçiş hücumuyla doğrudan rakip kaleye yönelerek gol atmaktır. Görüldüğü gibi amaç hücuma çıkarken rakibi en zayıf anında, henüz savunma pozisyonu oluşmamışken yakalayarak rakip kaleye en kısa sürede gitmek.

İki konuyu üst üste koyunca durum daha net anlaşılacak. Ne istiyordu Tudor futbolculardan top rakip takım hücum yaparken kazanıldığında? Tüm merkez orta sahasının (Badou, Belhanda, Ciğerci ve kısmen Fernando) ve hücum oyuncularının (Gomis ve Rodrigues) öne doğru hızlı koşu yapmalarını istiyordu. Beklerin de bu koşuları desteklemesini şart koşuyordu. Burada iki amaç var. İlki hızlı geçiş hücumuyla gol atmak. Bunun en iyi örneği Kayserispor maçının 37’nci dakikasında Gomis’in attığı gol. Maicon’un Galatasaray yarı sahasının ortasında rakipten kazanarak Fernando’ya kazandırdığı top tam altı saniye içinde Kayserispor ceza sahasına koşan Gomis’e postalanmıştı. Bu pozisyonda kadrajda Galatasaray’dan beş, Kayserispor’dan da kaleci hariç beş kişi vardı. Antrenmanlarda çalışılmış bir geçiş hücumu golü izledik. Keza aynı maçta Gomis’in ikinci golüyle, Osmanlıspor maçında Ciğerci’nin attığı gol de geçiş hücumu golleriydi. Ciğerci’nin Osmanlıspor’a attığı golde topun Galatasaray yarı sahasında Maicon tarafından kazanılmasının ardından sadece üç pasla rakip ceza sahasında gol atacak oyuncuyla buluşturuldu top.



-      İkinci amaç ne?

Tudor’un hızlı hücumlarda neredeyse tüm takımın ileriye doğru hızlı koşu yapmasını istemesinin ikinci amacı, topun yeniden kaybedilmesi durumunda bile rakip yarı sahasında sayısal yeterliliğe sahip olunduğu için en kısa sürede karşı presi başlatmak. Yani temel amaç yine aynı kalıyor; rakibi hazırlıksız yakalayarak gole ulaşmak. Buradaki kilit kavram sayısal yeterlilik. Çünkü bir-iki oyuncuyla karşı pres yapılmaz. Topun olduğu bölgede rakibin pas yapabileceği tüm koridorların kapatılması gerekiyor karşı preste, ki top yeniden kazanılabilsin. Bu da topun olduğu bölgede sayısal yeterliliğin sağlanmasını gerektiriyor. Dolayısıyla Galatasaraylı oyuncular, karşı pres yapılmasını mümkün kılacak sayısal yeterliliği sağlamak için takım halinde ileriye koşuyorlar.

Bu çerçevede Terim yönetimindeki 1996-2000 ve 2011-2012 takımlarının yaptığı presle, Tudor’un Galatasaray’ının yaptığı presin ayrıştığını söylemek doğru olacak. Terim’in takımları rakibi ezmek, kaos çıkarmak ve karşı takımı kendi ceza sahasına sıkıştırmak amaçlı pres yapardı. Nitekim 2012’de deplasmanda oynanan Fenerbahçe maçında Emre Belözoğlu’na “bittik biz, bittik beyler” dedirten bu presti. Tudor’un takımı ise başka bir strateji güderek pres yapıyor. Daha da doğrusu gerçekte pres yapmıyor, karşı pres yapıyor. Bunlar farklı şeyler.

-      Tüm bu taktik açılımları üst üste koyunca Tudor’un bazı yeniliklerle rakiplerini şaşırttığını söyleyebilir miyiz?

Tudor oyuna bakış açısı itibariyle fazla kurcalanmamış bir futbol figürü izlenimi veriyor. Bugüne kadar maalesef Tudor’un oyuna bakış açısını net biçimde ortaya koyan güzel bir futbol söyleşisi ve yazısı okuyamadık. Oysa Galatasaray’ın oynadığı futbola bakınca Tudor’un modern futbolu yakından takip eden birisi olduğunu görüyoruz. Nereden biliyoruz bunu? Tercihlerinden. Her şeyden önce futbola statik bakan birisi değil Tudor, dinamik bakıyor. Herkes Sneijder, Anderson Talisca, Guilano de Paula, José Ernesto Sosa gibi klasik 10 numara ararken, Tudor 8 numara da oynayabilen bir 10 numara, Belhanda’yı tercih etti. Badou örneği ise tam tersi; 10 numara oynayan bir futbolcuyu 8 numaraya çekti. Fernando’yu hem 3 (stoper), hem 6 (defansif orta saha), hem de 8 numara gibi oynatması da onun dinamik bakış açısının ürünü.

Ancak Tudor’un üzerinde pek konuşulmayan taktisyen bir yönü daha var. O da hücum aksiyonlarında ana eksen olarak “half-space”leri (yarı uzayları) kullanması.

-      Burada galiba geometrinin alanına girdik?

Evet. “Half-space” Türkçeye “yarı uzay” olarak tercüme edilen bir geometri deyimi. Almancası ise “Halbraum”, zaten bu deyimi geometriden futbola sokanlar da Almanlar. Kabaca şöyle: Bir futbol sahasını dikine beş eşit parçaya bölelim; taç çizgisine yakın olanları “kanat”, en ortadakini ise “merkez” diye adlandıralım. Kanatla merkez arasında kalan iki bölgeyi de “yarı uzay” diye adlandırıyor Almanlar. Modern futbolda, Jürgen Klopp, Pep Guardiola, Antonio Conte, Maurizo Sarri gibi önemli teknik direktörler takımlarının ataklarının hem kanat, hem de merkez alanlarıyla pas etkileşimine imkân veren yarı uzay ekseni üzerinde gelişmesine önem veriyorlar. Tudor da onların izinde.



-      Galatasaray nasıl kullanıyor bu alanı?

Galatasaray’ın duran top sayesinde kazandığı iki gol dışında, neredeyse attığı tüm goller yarı uzay ekseni üzerinde gelişti. Sırasıyla sayalım. Kayserispor maçında Garry Rodrigues sağ yarı uzay ekseni üzerindeyken sıfıra inip Ciğerci’ye asist yaptı. Aynı maçın ikinci golünde Mariano (Mariano Ferreira Filho) sağ yarı uzay eksenindeyken merkeze, Gomis’e aktardı topu; o da Belhanda’ya. Üçüncü golde Belhanda sol yarı uzay eksenindeyken yine aynı bölgedeki Gomis’e aktardı topu. Dördüncü golde Martin Linnes sol yarı uzay bölgesindeyken, sağ yarı uzay alanındaki Gomis’in önüne top attı.

Geçiyoruz Osmanlıspor maçına: İkinci golde Rodrigues yine sağ yarı uzay ekseninde sıfıra inerek Gomis’e asist yaptı. Üçüncü golde Mariano sağ yarı uzay bölgesinde hareketlenen Ciğerci’yle buluşturdu topu. Son Sivasspor maçında Ciğerci’nin attığı ikinci golde Linnes sol yarı uzay bölgesindeyken merkeze çıkardı topu. Demek oluyor ki Galatasaray ikisi korner birisi penaltı olmak üzere duran top dışında bulduğu bütün golleri yarı uzay bölgelerinde pişirdi.

Burada önemli olan şu. Tudor bütün futbolcuların beyninde yarı uzay eksenini kullanmayı bir refleks haline getirmek istiyor. Bunun tek nedeni yarı uzay ekseninin merkez ve kanat alanlarıyla rahatça pas etkileşimine açık olması değil. Önemli bir neden daha var. Yarı uzay ekseni üzerinden gelişen hücum rakip defansın koruması gereken alanı metrekare cinsinden genişletiyor. Yani rakip defans oyuncuları arasındaki mesafeleri (spacing) artırarak savunma yapmalarını zorlaştırıyor.

Oysa bilindiği gibi futbolda rakip kaleye gitmenin en kısa yolu merkez bölgesini kullanmak. Buna karşın merkez bölgesini savunmak bütün takımlar için daha kolay. Çünkü hem savunma oyuncuları arasındaki mesafeler daha kısa, hem de merkezi savunan oyuncusu sayısı daha fazla. Yani merkez hattı oldukça kalabalık bir bölge. Bu da hücumda yarı uzay ekseninin tercih edilmesine yol açıyor.

Bugün kontrol futbolu oynarken rakibi eksilten dikine paslarla tempoyu bir anda artırmayı ve çok sayıda futbolcuyla özellikle sol yarı uzay ekseni üzerinden hızla rakip kaleye yönelmeyi dünyada en iyi yapan takımlardan birisi Sarri’nin Napoli’si. Galatasaray halen bu standardın oldukça altında. Ama Sivasspor’a karşı kontrol futbolu oynarken birden tempo artırarak yarı uzay ekseninde pişirilen ikinci gol Galatasaray’ın bu konuda çalıştığını da bizlere gösteriyor.



-      Karşı pres ve yarı uzay. Tudor sanki şu an yaşayan futbol ustalarının izinden gidiyor?

Kesinlikle. Tudor bir sistem insanı. Oyuna bir bütün olarak bakıyor. Onu farklı kılan modern futbolu takip etmesi, modern futbolun ilkelerini uygulamaya çalışması değil. Başka bir şekilde söyleyecek olursak, o senaryoyu oyuncularına verip onlardan karakterleri içselleştirmelerini isteyen bir yönetmen değil. Tudor her sahne, her sekans için neredeyse bıktırıcı provalar yaptıktan sonra “aksiyon” diyerek çekime geçen bir yönetmen. Basın mensuplarının antrenmanlarını izlemesinden hoşlanmamasının temel nedeni de bu olabilir. Çünkü o maçları aslında sahada değil, antrenmanlarda kazanıyor. Ve oynanacak olan maçın tüm oyun setlerinin çalışıldığı antrenman sahası onun için mahrem bir bölge. Zira bütün sırlar orada.

Bu çerçevede, maçın beş saniyelik akışı için dakikalarca, hatta saatlerce süren antrenmanlar yaptırması bakımından Tudor’u Željko Obradović’e benzetebiliriz. Bugün için milliyetleri çok farklı, ama nihayetinde hem Tudor, hem Obradović, ikisi de Yugoslavya ekolünden geliyor. Keza Galatasaray kadın basketbol takımı koçu Marina Maljković de aynı ekolden. 1960’ların sonunda Eskişehirspor efsanesini yaratan merhum Abdullah Gegić de aynı ekolden böyle bir hocaydı. Bu ekol ilk başta ve her şeyden önce çalışmaya inanır. Yetenek daha sonra gelir.



-      Belki buradan bir patikaya saparak Gomis’e geçebiliriz. Antrenmanlarla yetinmeyen Gomis’in evinde mini bir spor merkezi kurarak burada da çalışmaya devam ettiği görülüyor.

Geçen söyleşide söz etmiştik. Gomis aldığı parayı hak etmeyi isteyen bir ahlaka sahip. Bilindiği gibi Gomis 32 yaşında. Bu yaştaki futbolcular daha genç olanlara göre daha geç form tutarlar. Ancak Gomis lige hazır başlamak için ekstra antrenmanlar yaparak iyi bir başlangıç yaptı. İlerleyen dönemde formunu ve ritmini daha da artıracağını öngörebiliriz.

Diğer taraftan Gomis, biraz önce konuştuğumuz rakibin savunma uzayını metrekare bakımından genişleten de bir oyuncu. Rakip defans oyuncularını üzerine çekerek kendi takım arkadaşlarına boş alan yaratıyor Gomis. Bunun en iyi örneğini Osmanlıspor’a atılan üçüncü golde gördük. Ciğerci rakip ceza sahasının sağ köşesinde topla buluştuğunda Gomis Osmanlıspor’un 2 numaralı oyuncusunu üzerine çekerek sola doğru açıldı. Böylece gol vuruşu yapmadan önce Ciğerci’nin önünde sadece bir rakip futbolcu kalmış oldu. Aslında Gomis’in yaptığını diğer Galatasaraylı futbolcular da uyguluyorlar. Bu da antrenmanlarda sistemli çalışıldığını gösteriyor bize.



-      Antrenman çalışmalarının sahaya yansıdığı başka örnekler var mı?

Çok var. Ama sonuçlarını hemen iki hafta içinde bariz biçimde gördüğümüz önemli bir gelişme yaşadı Galatasaray. Birinci hafta kornerden gol yiyen Galatasaray iki hafta içinde bu sorunu hallettiği, her maçta korner golü atan bir takıma evrildi. Bu da gösteriyor ki, Galatasaray konu odaklı çalışıyor. Hem de iyi çalışıyor. Ayrıca dikkatli gözler fark etmiş olmalı; Galatasaray’ın birden fazla korner seti var. Rakip bunları hemen çözemesin diye üst üste kazanılan kornerlerde farklı setleri uyguluyorlar.

Bu çalışmaların yansıması olarak korner karşılarken artık ön direği daha iyi korumaya başladı Galatasaray. Çok fark edilmemiştir; son Sivasspor karşılaşmasında rakibin attığı beş kornerden dördünü ön direkte kafayla uzaklaştıran futbolcu Belhanda’dı. Boyu 1.77 metre olan Belhanda.

-      Burada belki Belhanda’ya bir parantez açmak gerekiyor.

Belhanda için ruhunun yurdunu arayan bir göçebe diyebiliriz. Fransa doğumlu, Fransa altyapısı ürünü bir Faslı. Monpellier HSC’yle 2011-12 sezonunda Fransa Ligue 1 şampiyonluğunu kazandığında 12 gol, 6 asistle takımın en önemli parçalarından birisi olmuştu. Bir yıl sonra Dinamo Kiev’e transfer oldu. Bu transferi kariyer hayatı için negatif bir kırılma olarak görmek mümkün. Çünkü tempolu bir ligden kısmen temposuz futbol oynanan bir ülkeye geçiş yapmış oldu. Daha sonra Schalke 04’te kısa süre kiralık olarak oynadı. Geçen yılı ise yine kiralık olarak Nice’te geçirdi. Belhanda’nın Galatasaray’a transferini lig olarak değil de takım olarak, tekrar tempolu bir oyuna dönüş yapması olarak okumalıyız Tudor üzerinden. Şimdi tempo olarak ciddi hedefleri olan bir takımda. Soru şu, göçebe ruhu Galatasaray’da sakinleşecek mi? Burayı benimseyecek mi?

Eğer fizik ve moral açıdan uyum sürecini en kısa sürede atlatırsa Galatasaray Belhanda’nın kariyer kulübü olabilir, vaktinde Gheorghe Hagi’nin olduğu gibi. Elbette aynı şey Galatasaray’ın diğer Magripli oyuncusu Feghouli için de geçerli.

Futboluna gelecek olursak bizi ilgilendiren üç konu var. İlki Belhanda futbola defansta başlamış birisi. Daha sonra genç takımda defansif orta saha olarak oynamış. Ona santrfor arkasında görev veren isim ise Montpellier’ye tarihindeki ilk ve tek şampiyonluğu kazandıran René Girard. Montpellier’nin kazandığı şampiyonluk sezonunda geleceğin 10 numarası yakıştırması yapılıyordu Belhanda için. Özetle liberoluktan 10 numaraya uzanan bir kariyer öyküsü. Bu da Belhanda’nın oyunun iki yönünü de oynayabilen bir futbolcu olduğunu gösteriyor bize. Bu sayede korner karşılarken üstlendiği rolü ve ikili mücadelelerdeki üstünlüğünü şimdi daha iyi anlayabiliriz.



-      İkinci konu?

Bu Belhanda’nın fizik kalitesiyle ilgili. Yarım sezonluk Schalke 04 ve bir sezonluk Nice macerasını çıkarırsak Belhanda 2013’ten bu yana temposuz bir ligde mücadele etti. Yeniden tempo kazanması ve fizik kalitesini yukarıya çekebilmesi için Tudor’un bitip tükenmeyen çalışmalarına çok ihtiyacı var. Bu da bugünden yarına olabilecek bir şey değil. Eğer 30 yaşında olsaydı Montpellier günlerine geri dönüşü çok mümkün değildi; hatta imkânsızdı diyebilirdik. Ama Belhanda henüz 27 yaşında. Düzenli çalışınca eskisinden bile daha kuvvetli olması mümkün.

Buradan şu konuya geçebiliriz. Belhanda saha içinde top için mücadele eden bir oyuncu, ama aynı zamanda bir balet de büyütüyor içinde. Topla ilişkisi oldukça estetik. Tudor’un düzenli antrenmanları sayesinde fizik kalitesi arttıkça içindeki baleti daha çok ve daha istikrarlı şekilde sahada koşturacak. Bu günleri görmeyi ümit ediyoruz.

-      Şu an sahada nasıl bir Belhanda izliyoruz?

Futbol izleyicisinin gözü ve beyni, futbolcu ve teknik direktörlere göre farklı evrimleşti. Bu farklı evrimleşmenin nedeni vizyon; yani bakış açısıdır. Futbolcu ve teknik direktör sahanın içinden gelir. Vizyonu, yani gördüğü tek şey uçsuz bucaksız bir yeşillik içinde formalı insanlardır. Uzaktaki takım arkadaşını ilk planda formasından ayırt eder. İzleyici ise TV ve tribünler üzerinden sahayı tepeden gören bir konumdadır. Sahaya yukarıdan bakan ama temelde top kimin ayağındaysa ona odaklanan bir vizyona sahip bu nedenle. Bu nedenle kim asist yaptı, golü kim attı, kim topu çizgiden çıkardı ve o hatayı kim yaptı türü sorular meşgul eder onu. Beyni ve sahaya bakan gözleri böyle evrimleşmiştir çünkü.

Bu bakış açısı üzerinden Belhanda’ya gelecek olursak. Ortalama seyircinin gördüğü Belhanda’yla Tudor’un ve takım arkadaşlarının gördüğü Belhanda arasında önemli bir fark var. Tudor mesela Belhanda’nın kornerlerde kendisine verdiği görevi yapıp yapmadığına bakar. Takım presine ne ölçüde katıldığını gözlemler. Galatasaray hücuma kalktığında Fernando, Badou ya da Ciğerci’den dikine pas alabilmek için yarı uzay eksenlerine doğru hareketlenip hareketlenmediğini izler. Antrenmanlardaki setleri uygulayıp uygulamadığıyla ilgilidir. Belhanda’nın maç sonunda istatistik kâğıdındaki bütün kategorileri doldurup doldurmadığına bakar Tudor.

Belhanda’nın futbolunu bir ölçüde Guardiola’nın şu cümlesi üzerinden de okuyabiliriz: “Satrançta piyonları öne sürerek kazanamazsın sözünü duyduktan sonra yetenekli oyuncuları çizgiye değil, yarı uzaylara koydum.” Gerçekten de Tudor’un bu sözü doğrularcasına Belhanda’yı ağırlıklı olarak yarı uzay koridorlarında oynattığını gözlemliyoruz. Bunun iki uygulamasına şahit oluyoruz maçlarda. Kontrol oyununda top merkezde Badou ve Ciğerci’deyken Belhanda onlardan dikine pas alabilmek için bir tilki gibi yarı uzay eksenlerinde gezinip duruyor. Uygun açı bulununca da pası alıyor. Bu, şundan önemli. Belhanda sırtı rakibe dönükken kolayca 180 derece dönerek topla rakip kaleye doğru hareketlenebilen bir oyuncu. İkinci uygulamayı ise geçiş hücumlarında görüyoruz. Belhanda geçiş hücumlarında da yine yarı uzay eksenlerinde ileri hareketlenerek topla buluşturuluyor. Nitekim Kayserispor’a atılan üçüncü, Sivasspor’a atılan ikinci gol Belhanda’nın sol yarı uzay bölgesinde topu aldıktan sonra attığı paslar üzerinden gelişti.



-      Maç başı istatistikleri nasıl Belhanda’nın?

Oldukça doyurucu. Defansif istatistiklerine baktığımızda Belhanda’nın, maç başına 1.7 top çalmayla Galatasaray’ın en iyi beşinci futbolcusu olduğunu görüyoruz. Belhanda bu kategoride takımın stoperleri olan Maicon ve Serdar Aziz’den, ki her ikisi de maç başına 1.3 top çalıyorlar, daha önde. Bu alanda takımın lideri ise maç başına 4.7 top çalmayla Fernando. Onu 3.3 top çalmayla Ciğerci, 2.7 top çalmayla da Mariano ve Badou takip ediyor. Top kesmede ise maç başına 1 topla yine takımın en iyi beşinci oyuncusu durumunda Belhanda, Fernando ve Mariano’yla birlikte. Takımın lideri Serdar Aziz bu kategoride 2.3 top kesmeyle. Martin Linnes maç başına 1.7, Maicon ve Badou ise 1.3 top kesme istatistiğine sahip. Top uzaklaştırmada ise Belhanda takımın en iyi dördüncü ismi maç başı ortalama 1.3’le. Bu kategoride Maicon 6.7, Serdar Aziz 5.3, Fernando ise 3 top uzaklaştırıyor her maçta. Galatasaray’ın 10 numarası olarak Belhanda’nın savunma istatistiklerinde ilk beşte yer alması oldukça değerli. Ama tabii maçta bu pek belli olmuyor.

Gelelim hücum istatistiklerine. Belhanda kilit pasta maç başına 1.3’le takımın en iyi ikinci ismi Martin Linnes’le birlikte. Galatasaray’ın bu alandaki en iyisi ise maç başına 1.7’yle Mariano. Adam geçmede de Belhanda maç başına 1.7’yle takımın yine en iyi ikinci futbolcusu. Birinci ise 3.7’yle Badou. Rodrigues’in bu kategoride maç başı 1’le en iyi üçüncü isim olduğunu eklemek gerek. Belhanda’nın bu hücum istatistiklerini üç maçta attığı bir gol ve bir asisti süslüyor.

Şunun farkına varmak gerekiyor. Belhanda takımdaki en potansiyelli futbolcu konumunda. Yetenek ve yaratıcılık anlamında oldukça yüksek bir kapasiteye sahip. Bazılarına imkânsız gelebilir; ama temposunu, fizik kalitesini ve takımla uyumunu arttırdıkça Galatasaray’ı tek başına bir seviye yukarıya taşıyabilecek bir futbolcu Belhanda. Çünkü en beklenmedik anda en beklenmedik şeyleri yapabilecek bir kapasiteye sahip yaratıcılık anlamında. Esasında lige fena olmayan bir başlangıç yaptı. Ritmi giderek artacaktır. Ancak Galatasaray futbol şubesi bu potansiyelin gerçeğe dönüşmesi, Belhanda’nın içindeki baletin ortaya çıkması için özel çaba göstermeli.



-      Galatasaray bir sistem takımı mı? Şu açıdan; Galatasaray oyununu Fernando, Badou, Gomis, Ciğerci, Maicon, Marinho gibi oyuncuların normal üstü gayretine mi borçlu? Bunlardan birisi olmazsa sistem sanki çalışmaz gibi yorumlar yapılıyor.

Galatasaray bir sistem takımı, bu sistemi de Tudor yarattı. Bunu yaratırken elbette futbolcuların özelliklerini sisteme ekledi. Örneğin Fernando’ya 4-1-4-1’in en önemli görevini verirken, onun sakinliğini, ayağının iyi oluşunu, defansif yeteneklerini ve oyun görüşünü de sisteme entegre etti.

Tersinden düşünelim Guardiola döneminde Barcelona, Lionel Messi, Andrés Iniesta ve Xavi gibi yıldızlara sahip olduğu için sistem takımı sayılmıyor muydu? Aksine, gezegen dışı olduğu söylenen Messi’nin varlığına rağmen sonuna kadar bir sistem takımıydı Barcelona. 2009 ve 2011’de UEFA Şampiyonlar Ligi’ni o sistem takımı kazandı. Galatasaray da Fernando’suyla, Badou’suyla, Belhanda’sıyla, Gomis’iyle, Maicon’uyla, Ciğerci’siyle, Linnes’iyle, 11 futbolcusuyla bir sistem takımı.

Burada şunu ayırt etmek lazım. Fernando’nun yaptığı işleri birinci sınıf gösteren Tudor’un sistemi. Ya da şöyle soralım. Hemen önünde her rakip atağında baskı yapan, top almak için kendisini gösteren Badou, Belhanda ve Ciğerci üçlüsü olmasa Fernando bu kadar etkili olabilir miydi? Biz maalesef sistemler değil, bir çırpıda mitleştirilen futbolcular üzerinden okumaya çalışıyoruz oyunu.

Burası, “o Barcelona’yı, o Real Madrid’i herkes şampiyon yapar” klişesinin ülkesi. Ama konu Galatasaray ve Tudor’a gelince klişe şuna dönüşmüştü ilk maçtan önce: “Bu yıldızları Tudor gibi bir acemi yönetemez.”



-      Buradan rotasyona geçebiliriz. Kafalarda Fernando veya Gomis sakatlansa, ya da Badou ceza alsa onların yerleri nasıl dolacak sorusu var.

Sivasspor maçında Eren Derdiyok’un girmesinden sonra şunu gördük. Az süre oynasa da en önde karşı prese katıldı Derdiyok. Hemen hemen sekiz dakika içinde iki top çaldı rakipten. Buradan hareketle Tudor’un Galatasaray’ında belirli pozisyonlarda oynayan futbolcuların neler yapması gerektiği çok açık. O pozisyonda oynayan futbolcular üzerlerine düşen bu görevleri yerine getirmeye çalışıyor. Aslında şunu demeye çalışıyoruz. Galatasaray Gomis istiyor diye karşı pres yapmıyor. Gomis Tudor’un futbol felsefesi doğrultusunda karşı prese katılıyor. Dolayısıyla görevde bir fark oluşmuyor Gomis yerine Derdiyok girince. Fark sadece yetenekte ortaya çıkıyor.

Buradan rotasyona geçebiliriz. İlk akla gelen Fernando’nun yerini hangi oyuncu dolduracak sorusu. Sorunun yanıtını Herta Berlin’le yapılan hazırlık maçında bulabiliriz büyük ölçüde. Bu maçta orta sahanın arkasındaki sarkık libero pozisyonunda Selçuk İnan’ı görmüştük maçın başında. Maçın ilk yarısının üçüncü diliminde İnan sakatlanınca yerine Koray Günter geçmişti. İkinci yarı başında ise Fernando geçti o pozisyona. Demek ki Tudor’un kafasındaki isimler bunlar. İnan oynadığı bölümde üç kritik topa müdahale etmişti. Yani itfaiyecilikte başarılıydı. Günter ise derine dik attığı paslarla dikkat çekmişti. Bu pozisyon özellikle fizik açısından stoperlik yeteneği de içerdiği için Günter’i Fernando’nun rotasyonunda görürsek şaşırmamalıyız. Benzer biçimde Jason Denayer’i de orada görebiliriz. Peki başarılı olurlar mı? Önünde her top için mücadele eden, pas isteyen üçlü orta saha kurgusu olduğu sürece her ikisi de o görevi yapabilir Fernando’nun yokluğunda.

Şöyle düşünmekte fayda var. Takıma Asamoah’ın eklenmesi durumunda Fernando, Badou, Belhanda, Ciğerci, Asamoah, İnan ve gerekirse Günter, Denayer, hatta Feghouli rotasyonuyla Galatasaray’ın merkez orta sahası lig için yeterli olacaktır.

-      Biraz da sorunlara geçelim. Galatasaray’ın zaafları yok mu?

Elbette var. Çok var hem de. Ama en belirgin olarak şu dördünü sıralayabiliriz. Birinci sorun, takımın kalitesiz karşı pres yapması. İkincisi kolektif uyumsuzluk. Üçüncüsü rakip yarı sahada oynamayı becerememek. Sonuncusu ise formasyon repertuarının fakir olması.

Biraz açacak olursak. Galatasaray’ın yaptığı karşı presin iki temel sorunu var. İlki futbolcu kaymalarını düzenli biçimde yapamaması. Bu şimdilik büyük sorun çıkarmadı, ama ayağa pas yapan kaliteli takımların bu saha içi düzensizlikten faydalanarak Galatasaray’ın karşı presini kıracaklarını öngörebiliriz. Bu da Galatasaray’ı savunma sorunuyla karşı karşıya getirecektir. Karşı presteki ikinci temel sorun ise faul ve taç gibi nedenlerle oyunun sık sık durması. Topun yeniden Galatasaray’a kazandırılması açısından bu yeterli görülebilir, ama asıl amacın üçüncü bölgede topu kaptıktan sonra hemen rakip kaleye gitmek olduğu unutulmamalı. Zaten bugüne kadar bir karşı pres golü izlemememiz pres kalitesinin yetersiz olduğunu düşündürtüyor.

İkinci temel soruna gelince. Galatasaray’da kolektif uyum önemli bir problem oluşturuyor. Bu sorunun iki yansıması var; ilki pas alışverişinde basit hatalar yapabiliyor Galatasaray. Özellikle Belhanda ve Badou’da görüyoruz bunu. Bunun temel nedeni futbolcuların daha birbirlerini tanımamaları. Kolektif uyumsuzluğun bir diğer yansıması ise herkesin ilk 11’e girme veya sahada kalma telaşıyla egoist bir karaktere bürünmesi. Bunu söyleyince herkesin aklına Yasin Öztekin’in Sivasspor maçının son anlarında pas vermek yerine kaleyi vurmayı tercih etmesi gelir. Evet bu da bir örnek, ama daha başka örnekler de var. Mesala Ciğerci’nin Sivasspor’a attığı ikinci gol. Hazırlanış bakımından bugüne kadar Galatasaray’ın attığı en iyi goldü. Üst üste yapılan 12 pas sonrasında geldi. Ama Ciğerci’nin normalde o vuruşu yapmak yerine kendi sağındaki Rodrigues’e topu aktarması futbol adına daha doğru olacaktı. Çünkü bilindiği gibi her ekstra pas rakip defansın dengesini daha da bozar.

Herkesin gol atma çabasına girmesini oynanan oyunun iştahlı olmasına bağlayabiliriz, ama kolektif olgunluğu ihmal ederek kişisel maceralar aramak en kritik maçlarda puan kayıplarına yol açacaktır. Bundan kaçınmak gerek.



-      Rakip yarı sahasında oynamakta nasıl zorluk çekiyor Galatasaray?

Galatasaray Önder Özen’in de belirttiği gibi gel-git oyunu oynuyor. Kendi sahasında, ya da deplasmanda rakip takımın yarı sahasına yerleşip onu en geriye yaslayarak baskılı bir futbol oynayamıyor henüz. Şampiyonluğa oynayan takımların zaman içinde mutlaka bu futbola evrilmeleri gerekir. Gel-git oyunuyla da maç kazanılır, ama bu oyunla şampiyonluğu kazanmak kolay değil. Burada aslında Galatasaray’ın oyun yapısı böyle bir şeyi öngörüyor mu sorusu önemli. Ya da şöyle soralım: Galatasaray rakibi kendi ceza sahasına hapsedemediği için mi gel-git futbolu oynuyor? Kısmen. Rakibi kendi sahasından çıkartmayan şekilde futbol oynamak için hem saha içi parselasyonun iyileştirilmesi gerekiyor, hem de pas hızının rakibin hamlelerini boşa çıkaracak şekilde yüksek olması lazım. Galatasaray henüz bunun uzağında.

-      Son soruna gelince; taktik formasyon bakımından repertuarın fakir olması.

Galatasaray gibi takımların saha içinde önemli bir sorunla karşılaşıldığı zaman bu problemi taktik hamlelerle çözmesi beklenir. Rakibi şaşırtan en önemli taktik hamle ise maç içinde formasyon değiştirmektir. Örneğin maç içinde 4-1-4-1’den 3-4-3’e geçmek rakibin kısa sürede hemen çözüm üretebileceği bir değişiklik değildir. Ya da 4-4-2’ye. Sendeletir rakibi.

-      Bu sorunları aşmak mümkün mü?

Birinci sorun, yani karşı pres kalitesi zamanla düzelecek bir şey. Öncelikle tüm futbolcuların maç kondisyonunun birbirine neredeyse denk ve yüksek olması lazım. Galatasaray bu durumda değil henüz. Özellikle Fernando, Badou ve Feghouli oldukça geri bu konuda. İkincisi, karşı pres mükemmele yakın bir eşgüdüm gerektiriyor. Bu da fizik kalitenin ötesinde bıktırıcı antrenmanlarla mümkün. Aslında 1992-1993 sezonu başında Galatasaray benzer bir sorunla karşılaşmıştı. Neredeyse tüm önemli maçlarda pres yaparken aşırı faule kaçılması nedeniyle sık sık kırmızı kart görüyordu takım. O sezon Galatasaray’ın dokuz kişiyle, 10 kişiyle tamamladığı maçlar hatırlardadır. Dolayısıyla kaliteli karşı pres için Galatasaray’ın ihtiyaç duyduğu tek şey zaman.

İkinci sorunun çözümü için öncelikle futbolcuların ilk 11’e girmeleri, ya da ilk 11’de kalmaları için illa gol atmalarının gerekmediğini zihinlerine yerleştirmeleri gerekiyor. Tudor bir sistem yaratıyor ve bunun için futbolcuların teknik direktörlerine uygun bir pist açmaları lazım. Örneğin Gomis’in oyunda kalarak gol sayısını artırmasını anlayabiliriz. Ama sistemin işlemesi için Gomis’in rotasyonundaki Derdiyok’un da dakika alması ve Galatasaray’ın aynı futbolu onunla da oynayabilmesi gerekiyor. Bu nedenle Gomis’in oyundan çıkarken Tudor’a yakınmak yerine Derdiyok’u yüreklendirmesi daha doğru olacaktı. Takım oyuncusu olmak bunu gerektirir. Bu sorunun çözümü için Tudor’un da sıfır taviz veren bir çalıştırıcı rolüne soyunması gerekiyor. Taşların yerine oturmasıyla bu sorun da zaman içinde çözülmeye doğru ivmelenecektir.

Galatasaray’ın sadece gel-git değil, başta kontrol futbolu oynamak olmak üzere rakip yarı sahada oynama kapasitesini, maçın temposunu ayarlama ve kontrol etme yeteneğini artırması gerekiyor. Bu da bir zaman meselesi.



Bu sorunlar içinde kâğıt üzerinde çözümü en kolay olan maç içinde taktik formasyon değiştirmek. Çünkü bu yıl transfer edilen futbolcuların birden fazla pozisyonda oynayabilmelerine de dikkat edildi. Ancak maç içinde taktik formasyon değiştirmek, çok şeyde olduğu gibi bu konuda birçok egzersiz yapılmış olmasını gerektiriyor.

Galatasaray’ın yaşadığı sorunlarla ilgili şu da unutulmamalı. Galatasaray ligin en çok gol atan ve ligin en az gol yiyen takımı. Demek ki bazı şeyleri çok doğru yapıyor. Üç maçlık periyot da bize bazı şeyleri gösteriyor: Ligin ilk haftasında Kayserispor maçtan önce Galatasaray’ı yeterince ciddiye almamıştı. Hatırlanacaktır teknik direktörleri Marius Şumudicã, “komandolar gibi çıkıp Galatasaray’ı öldürüp geleceklerini” söylemişti maçtan önce. Ancak maçtan sonra komando olanın Galatasaray olduğunu itiraf etmek zorunda kalmıştı Şumudicã; “biz oktuk, onlar tüfek.” Kayserispor ilk maçta kendi futbolunu oynamaya çalıştı, ancak üçüncü golü kalesinde gördüğünde maçın henüz 38’inci dakikasıydı. İkinci haftadan itibaren Galatasaray’a karşı önlemler alınmaya başladığını gördük. Hem Osmanlıspor, hem de Sivasspor Galatasaray’a karşı özel hazırlık yaptılar ve önlem alarak çıktılar maçlarına. Ama bu önlemler yenilmelerini önleyemedi. Sivasspor başa baş oynadığı izlenimi veren maç boyunca ciddi tek gol pozisyonu bile üretemedi. Bu şunu gösterdi bize: Galatasaray, kendisine karşı aşırı önlemler alan takımları birer birer devirdikçe zaaflarının da üstesinden gelmeye başlamış olacak. Buradan hareketle ligin ilerleyen haftalarında neredeyse her maç sürekli aşı olan ve zaaflarıyla sınanan bir Galatasaray izleyeceğimizi söyleyebiliriz. Galatasaray tüm sorunlarından çalışarak arınmaya gayret edecek.



-      Zaafların aşılması için iş önünde sonunda çalışmaya geliyor.

Yani Tudor’un en sevdiği şeye. Geçen sezon hatırlardadır. Galatasaray ligi hep sallantıda götürmüştü. Oysa tek koridorda yarışıyordu ve Başakşehir dışındaki tüm rakipleri Avrupa’da mücadele ettiği için ligi en azından ilk ikide tamamlamak için ciddi bir şansı vardı. Ama ne oldu? Hazırlık kampında takımı çok iyi çalıştıran Alman kondisyoner Michael Wenzel muhtemelen fazla yorulmaktan pek hoşlanmayan futbolcuların kondisyoneri Jan Olde Riekerink’e şikâyet etmeleri sonucunda takımdan gönderildi. Galatasaray haftanın tek gününü çift antrenman yaparak geçirmedi hiçbir zaman. Antrenman saatleri ve periyodu teknik direktörü yöneten futbolcu grubu tarafından saptandı. Sonuç biliniyor.

Bu sezon ise çok şey değişti. Geçen sezon başkanın karşısında soyunma odasında, “20 tane futbolcuyu gönderemeyeceğinize göre Tudor gidecek” diyenler gönderildi. Sağda solda, “Tudor’u göndereceğiz” diyenlerin çoğu Galatasaray’da kazandıkları paranın üçte birini bile alamadıkları kontratlara imza atmak zorunda kaldılar. Para kazanmayı, çalışmaktan daha çok seven bu futbolcular gitti. Yerlerine kazandıkları parayı hak etmeye çalışan bir futbolcu grubu geldi. Şimdi bir futbol felsefesine sahip Galatasaray. Bu felsefe doğrultusunda da düzenli olarak çalışıyor.

Ancak mesele sadece çalışmak değil. Burada zaten çalışmayı, Nazilerin Yahudileri aşağılamak için toplama kamplarının girişine yazdıkları “Arbeit Macht Frei” (Çalışma Özgürleştirir) ibaresindeki “çalışma” kelimesinin (Arbeit) tam tersi anlamda kullanıyoruz. Tudor’un Galatasaray’ında çalışma özgür iradeyle seçilen bir eylem. Yoksa şöyle ya da böyle, geçen sezon Jan Olde Riekerink döneminde de çalışıyordu takım, ama ipler teknik direktörün elinde değildi. Bu sezon senaryo değişti. Yeniden bir teknik direktör kulübü haline geldi Galatasaray. Çok çalışıyor, sistemli çalışıyor, sorun çözme odaklı çalışıyor, sorun olarak görünen konularda iyileştirme sağlamak amacıyla çalışıyor, bir felsefe doğrultusunda çalışıyor. Florya’nın girişinde sanki “Çalışmak Vizyon Gerektirir” ibaresi varmışçasına çalışıyor Galatasaray.

Bu Galatasaray’ı Tudor yarattı. Bu Tudor’un Galatasaray’ı. Ve tam tersi de doğru; bu aynı zamanda Galatasaray’ın da Tudor’u. Ligin ilk maçında kendisini ıslıklayanların Tudor’u değil.



Daha ileri okuma için:


Ps1: İlk yazıda iki hata oldu. Galatasaray’da top oynamış Fransız oyuncular listesine Lionel Carole’ü de eklemek gerekiyordu. İkincisi Garry Rodrigues, Hollanda altyapısına sahip Afrikalı bir oyuncu. Dolayısıyla bu yazı yayınlandığında Galatasaray’da Rodrigues dahil toplam beş Afrikalı oyuncu var. Afrika kökenlilerin sayısı ise Denayer’in de takıma eklenmesiyle takımda üçe yükseldi.

Ps2: Fotoğrafların tamamı www.galatasaray.org sitesinden alınmıştır.



18 Ağustos 2017 Cuma

Galatasaray 2017 - 2018: Umuda yolculuk



-      Bu sezonla başlayalım; ilk planda ne söylenebilir?

Galatasaray futbol şubesine baktığımız zaman yönetim, kadro yapısı ve tesis anlamında bir yenilenme görüyoruz.

Yönetim anlamında Galatasaray 1986 öncesine döndü. Bunun anlamı futbol şubesinde “aferist”, yani iş bitirici profiline sahip bir yöneticinin artık bulunmaması. Bu yönetici profili zamanın ruhuna uygun olarak 1986’da Ergün Gürsoy’la başlamış, Yurdaşen Karahasan, Adnan Polat, Fatih Gökşen ve son olarak Abdürrahim Albayrak gibi isimler üretmişti. Levent Nazifoğlu’nu da bu kategoriye dahil edebiliriz.

Bu yönetici dönemi Galatasaray’da artık sona erdi. Temel nedeni ise futbolcu profilinin değişmesi. Artık takımların ağırlık merkezlerini yabancı oyuncular oluşturuyor. Eskiden pamuklara sarılan yerli oyuncu grubu, Türkiye’deki merkezi rolünü artık kaybetti. Dolayısıyla yerli oyuncu grubuna göz kulak olan, zamanı gelince de elini cebine atan yönetici tipi artık hükmünü yitirdi. İkincisi, futbolcular artık çoğu yöneticiden daha zengin ve yanlarında kendilerine Enderun oğlanları gibi hizmet veren insan kaynakları taşıyorlar. Üçüncü ve Galatasaray’a özgü neden ise Galatasaray’ın eski DNA’sına geri dönmeye başlaması.

Galatasaray’da şimdi şubenin başında doğrudan yönetime bağlı olarak çalışan bir profesyonel yer alıyor; Cenk Ergün. Nitekim bu sezon başındaki tüm transfer harekâtını Ergün yönetti tek başına. Ergün’ün Galatasaray futbol şubesindeki bu rolünün ne kadar önemli olduğu önümüzdeki dönem daha iyi anlaşılacak.

Yenilenmenin tesisleşme boyutu da var. Yakında Kemerburgaz’da altı tane nizami antrenman sahası ve tesisler inşa edilecek. Ve Galatasaray 1980’lerin başından bu yana kullandığı Florya’dan Kemerbugaz’a taşınacak. Bu da aslında bir dönemin sonu ve yeni bir dönemin başlangıcı demek.

Haftalık hayhuy içinde bu değişim çok fark edilmiyor. Ama Galatasaray dediğimiz gibi kabuk değiştiriyor. Eski DNA’sına dönüyor.



-      Kadro yapısındaki yenilenmeye gelecek olursak…

Galatasaray tüm imkânlarını zorlayarak kadrosunu neredeyse tüm pozisyonlar için yeniliyor. Şu ana kadar yedi yabancı futbolcu transfer edildi. Başta sol bek olmak üzere birkaç transferin daha yapılabileceğini biliyoruz. Yani neredeyse yepyeni bir takım izleyeceğiz.

-      Niçin böyle radikal bir yola gidildi?

Öncelikle hayat zorladı buna. Çünkü, Galatasaray kadro kalitesi olarak rakipleriyle yarışamaz duruma gelmişti. Bunun nedeni ise 2013 yılından bu yana kadroya kaliteli futbolcu anlamında ciddi yatırım yapılmamasıydı. Bu hata, Galatasaray’a futbol ticari pastasından alınan payın azalması ve sportif açıdan rakipleriyle rekabet edemez bir futbol takımı olarak geri döndü. Kadro revizyonu şarttı.

-      Daha önce bu kapsamda bir revizyon olmuş muydu Galatasaray’da?

Hem kaliteli futbolcuların takıma kazandırılması, hem de neredeyse tüm pozisyonlara yeni futbolcuların gelmesi anlamında bu transfer sezonunda şahit olduğumuz harekât Galatasaray tarihinde bir ilk. Daha önce bu kapsamda bir revizyona şahit olmamıştık.

Kıyaslamak gerekirse, bu sene yapılan revizyon, 1984’te, 2007’de ve 2011’de yapılan revizyonların çok ötesinde. Örnekleyecek olursak; 2011 takımının ilk 11’inde yeni oyuncu sayısı yediydi. Necati Ateş’in ara transferde gelmesiyle bu sayı sekize çıkmıştı. Bu sezon ise transfer borsasının kapanmasını izleyen haftalarda dokuz, hatta 10 yeni oyuncuyla sahaya çıkacak bir Galatasaray izleyebiliriz. Bu tabii sayısal bir karşılaştırma. Yeni transferlerin kalitesi bakımından bu sezonkiler 2011 takımına oranla belirgin biçimde öndeler.

2011 takımını efsane kılan şey yeni transferlerin kalitesinden çok prese dayanan oyun felsefesi ve yeni / eski tüm parçaların buna uygunluğuydu. Hatırlanacaktır o takım yola öyle çıkmamıştı. İlk yarının ortalarına doğru o karakter yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı. Yeni transferlerin ağırlıkta olduğu bu sezonki takım ise daha ilk maçtan tüm Türkiye’ye meydan okudu.



-      Buradan Östersunds eşleşmesine geçelim. Niçin elendi Galatasaray?

Galatasaray’ın elenmesi her şeyden önce iş kazası değil. Çünkü bir takımı her iki maçta da yenemiyorsanız ve bu maçların birinde yeniliyorsanız, ortada bir iş kazası yoktur. Başarısızlık vardır.

Bu sonuca yol açan nedenlere baktığımızda şunları görüyoruz.

Öncelikle Galatasaray sezonu ilk turda elenmek olasılığını dikkate alarak planlamadı. Çünkü kendi liginde neredeyse yarıya gelmiş bir takımın karşısına minimum üç hazırlık maçı oynayarak çıkmalıydı. Şundan; sezon başında futbolculara maç kondisyonu kazandırmak için minimum üç maç gerekir. Sezona yeni başlayan oyuncu ilk maçta 30-45 dakika oynar. İkinci maçta bu süre 60 dakikaya çıkarılır. Üçüncü maçta da 90 dakikaya. Ancak Galatasaray Östersunds maçına sadece iki hazırlık maçı yaparak hazırlandı. Yani tüm takımın maç kondisyonu eksikti.

İkinci faktör olarak Diosgyor’la yapılan son hazırlık maçında rakip sertlik konusunda uyarılmalı, gerekirse maça devam edilmemeliydi. Çünkü Macar takımı maçın başından itibaren ikili mücadelelerde oldukça sertti. Galatasaray bu maçta iki sakat verdi. Birisi yavaş yavaş tempo bulmaya başlayan Younes Belhanda, diğeri ise sezonu erken açmış olan Eren Derdiyok’tu. Bu ikisinin yokluğunu kapatamadı Galatasaray ilk maçta.

Üçüncü faktör ise İgor Tudor’un yaptığı hatalar. Tudor temelde iki tür hata yaptı. İlk olarak oyuncu planlamasını iyi yapamadı. İkinci olarak taktik hatalar yaptı, özellikle ilk karşılaşmada maçı çevirecek taktik esnekliği gösteremedi.

-      Nedir bu hatalar?

Yukarıda değindiğimiz gibi sezon başında oyunculara maç kondisyonu ilk karşılaşmada 30-45 dakika, ikincisinde 60, üçüncüsünde ise 90 dakika sahada tutarak kazandırılır. Galatasaray ilk hazırlık maçını 2 Temmuz’da oynadı ve tam 17 futbolcuya minimum 45 dakika şans verdi. 8 Temmuz’da yapılan ikinci hazırlık maçında ise sekiz futbolcunun minimum 75 dakika sahada kaldığını görüyoruz.

Galatasaray’ın Östersunds maçındaki kadroya baktığımızda; maç kondisyonu açısından yetersiz olan dört futbolcunun sahada yer aldığını görüyoruz: Ahmet Çalık bu iki hazırlık maçından sadece sonuncusunda 77 dakika oynamıştı, ama Östersunds’a karşı 90 dakika mücadele etti. Yasin Öztekin iki hazırlık maçında da 60 dakikayı geçmemişti, ama Östersunds karşısında 90 dakika görev yaptı. Selçuk İnan sadece ilk maçta 45 dakika oynamıştı, ama Östersunds karşısında tüm maç sahada yer aldı. Bafétimbi Fredius Gomis ise ikinci hazırlık karşılaşmasında sadece 27 dakika oynayarak Östersunds maçına çıktı. Kaleciyi çıkarırsak takımın yüzde kırkı maç kondisyonu açısından yetersizken sahaya sürüldü Östersunds’a karşı. Bu bol bol hata olarak geri döndü Galatasaray’a.

Bu durumda insan ister istemez şunu düşünüyor; ya Galatasaray Östersunds’u hiç ciddiye almadı, ya da teknik heyet maç kondisyonu planlaması konusunda önemli bir hata yaptı. Veya her ikisi de.



-      Taktik yetersizliklere gelecek olursak, nelerdi bunlar?

Tudor bir Balkanlı, bunu unutmamamız gerekiyor. Balkanlı olmak tutkulu olmaktır, ama biraz da inatçı olmak demektir. Tudor’un kafasında bazı şaşmaz “doğrular” var ve davranışlarını bu şaşmaz “doğrular”a göre organize ediyor. Benzetme yapmak gerekirse Tudor’un yer yer Orhan Kemal’in Bekçi Murtaza romanındaki tiplemeye benzediğini söyleyebiliriz.

Taktik yetersizlik sorusunun yanıtına gelince; Belhanda ve Derdiyok’tan yoksun bir takım, Gomis’in de form ve maç kondisyonu bakımından oldukça eksik olduğu dikkate alınınca klasik şablon olan 4-2-3-1’le sahaya çıkmamalıydı. Maçı dengede tutmak ve eldeki kadrodan maksimum verim almak için 4-3-3 veya 4-4-2 daha doğru bir formasyon olabilirdi. Bu formasyonda orta sahada Selçuk İnan, Tolga Ciğerci ve Ryan Donk üçlüsüyle çıkmak savunma güvenliğini artırmış olacaktı. Böylece maç kondisyonu kötü olan İnan’ın bu eksikliği de dengelenmiş olurdu.

Forvet hattında ise Yasin Öztekin, Sinan Gümüş ve Garry Rodrigues üçlüsüne yer vermek, maç kondisyonu olmayan Gomis’i ise hamle oyuncusu olarak maça sonradan dahil etmek doğru olurdu.

Bunun yanı sıra maç içinde formsuz olan Lionel Carole’ü kenara alıp Koray Günter’i sağ beke, Linnes’i ise sol beke çekmek iyi bir çözüm olabilirdi. Ne var ki Tudor bu taktik esnekliği göstermedi. Ayrıca Galatasaray’ın rakip analiz biriminin Östersunds hakkında teknik heyeti yeterince uyaramadığını da söyleyebiliriz.

-      Buradan transferlere geçelim? Galatasaray transfer sezonunu şampiyon olarak tamamladı gibi duruyor. Transferleri nasıl ele almak lazım?

Birkaç düzlemde ele alabiliriz transferleri. İlki tempo. Kanat oyuncularının rakip eksiltmesi ve topla mesafe kat etmesi esastır. Ama merkez oyuncularından çok beklenmez bu. Galatasaray’ın bu yılki transferlerine baktığımız zaman kısmen Gomis hariç, hepsinin topla mesafe kat eden, yani dripling yapan oyuncular olduğunu görüyoruz, ki bunlara Fernando da (Francisco Reges Mouta) dahil. Artı, Badou (Papa Alioune N’Diaye), Younes Belhanda, Mariano (Mariano Ferreira Filho) ve Sofiane Feghouli topla kat etmenin yanı sıra dikine ya da yatay, kolayca rakip eksilten futbolcular. Bu kadar çok topla mesafe kat eden ve rakip eksilten futbolcu bir araya geliyorsa adını koyalım; tempodur bu. Sol beke alınması planlanan futbolcuda da bu özelliğin bulunacağını öngörebiliriz. Dolayısıyla 2017-2018 sezonunda Galatasaray, bir tempo takımı olarak kurgulandı Tudor tarafından.

İkinci olarak. Şu soruyu sormalıyız; acaba Galatasaray’ın yeni transferleri Türkiye’de ligin sertliğine nasıl tepki verecekler? Temelde oynamaya değil, oynatmamaya çalışan takımların sertliği karşısında Harry Kewell, Lincoln, Elano Brumer örneklerindeki gibi ezilecekler mi? Yoksa bu sertliğe meydan okuyarak teknik kapasitelerini sergilemelerinin önündeki her engeli yıkacaklar mı? Bu açıdan baktığımızda Galatasaray’ın yeni transferleri arasında kırılgan bir oyuncu görmüyoruz. Başta Gomis olmak üzere neredeyse tüm transferler fizik kalite olarak da normalin üzerindeler. Oldukça güçlüler. Burada sadece Belhanda biraz nazenin duruyor. Ancak Belhanda da oldukça hareketli bir oyuncu; futbolu durarak değil koşarak oynuyor. Bu sayede de saha içinde yıpratıcı ikili mücadelelerin olmadığı boşlukları kolayca buluyor. Bu açıdan Alex de Souza’yı andırıyor biraz.

Üçüncü olarak; çok dikkat çekmiyor, ancak Galatasaray bir Afrika takımı olmaya doğru evriliyor. Çünkü ilk 11’de çok sayıda Afrikalı ve Afrika kökenli oyuncu olacak. Galatasaray’ın doğrudan Afrikalı oyuncuları Badou, Belhanda, Feghouli ve Gomis. Transfer edilmesi durumunda Kwadwo Asamoah’ı da bu listeye ekleyebiliriz. Bunun dışında ilk 11’de üç tane de Afrika kökenli futbolcu var: Mariano, Fernando ve Rodrigues. Afrikalı derken elbette sosyolojik bir tanım getirmiyoruz. Afrikalı deyimini futbol deyimine, tempo, mücadele, kuvvet ve sınırsız nefes tüketimi olarak çevirebiliriz. Bu da Tudor’un sahada oyuncularından istediği ve beklediği özellikler.

Son nokta. Galatasaray’ın geçen sezon Luis Pedro Cavanda ve Nigel de Jong dışındaki transferleri aslında doğru transferlerdi. Bundan kastedilen Serdar Aziz, Tolga Ciğerci, Eren Derdiyok ve devre arasında gelen Rodrigues ile Ahmet Çalık. Ancak bu futbolcular Jan Olde Riekerink’in oluşturduğu pasa dayalı temposuz futbol içinde vasat altı bir profil çizdiler. Kayserispor maçındaki Serdar Aziz, Tolga Ciğerci ve Martin Linnes performansları bize gösterdi ki, bu sezon yapılan transferler geçen yıl gelenlerin performanslarını da yukarı çekmeye, onlara değer katmaya başladı.



-      Biraz daha detaya inecek olursak… 

Transferleri birkaç düzlemde ele alabiliriz; savunma güvenliği, omurga-kanat yapısı gibi.

Savunma güvenliğinden başlayalım. Savunma güvenliği için bir takımda dört önemli pozisyon vardır: Sağ stoper, sol stoper ve bu futbolcuların hemen önlerinde oynayan iki merkez oyuncusu. Bu iki merkez oyuncusu 6 numara ve 8 numaralardır. Bu dört futbolcu, heykel örneğinden hareket edersek takımın kaidesini, yani yapının üzerinde yükseleceği temeli oluştururlar. Bu temel ne kadar kuvvetliyse, takımın tüm yükünü de o oranda kaldırır.

Savunma güvenliği paradigmasından bakacak olursak, gördüğümüz manzara şu: Galatasaray takım savunmasını yükünü taşıyan dört pozisyona üç futbolcu transfer etti: Maicon Pereira Roque, Fernando ve Badou. Maicon sağ ayaklı bir stoper. Galatasaray’ın Maicon’u transfer etmekle stratejik açıdan biraz dolaylı hareket ettiğini söyleyebiliriz. Şöyle; takımın stoper envanterinde üç yerli oyuncu var; Serdar Aziz, Ahmet Çalık ve Koray Günter. Ve bu üç oyuncu da sağ ayaklı. Galatasaray bu üç sağ ayaklı oyuncunun yanına başka bir sağ ayaklı stoper olan Maicon’u transfer etti. Halbuki stratejik öncelik sol ayaklı ve defansa liderlik yapacak bir stoper transfer etmeyi gerektiriyordu. Böylece elindeki sağ ayaklı stoper envanteri de daha verimli kullanılmış olacaktı. Aslında süreç de böyle başlamıştı. Nitekim transfer mevsimi başladığında ilk olarak sol ayaklı Francesco Acerbi’nin kapısı çalınmıştı. Ama bu transfer gerçekleşmeyince Maicon tercih edildi.

-      Merkez oyuncu transferlerine gelince…

Galatasaray’ın stoper tandeminin önünde oynayan yeni transferleri 6 numara olarak transfer edilen Fernando ve 8 numara olarak oynayan Badou. Fernando çevre kontrolü, verimli oynaması ve takımın ilk pas istasyonu olması itibariyle ciddi bir katkı veriyor. Badou ise inanılmaz hızlı, neredeyse her topa hamle yapan ve rakibi her pozisyonda sıkıntıya sokan bir futbolcu.

Buradan geriye sarınca, savunma güvenliği için yaşamsal öneme sahip dört pozisyondan üçüne transfer yaptığını görüyoruz Galatasaray’ın. Envanterden Serdar Aziz de sol stopere çekildi. Galatasaray’ın burada alacağı mesafe var daha. Eğer hızlı ve defansın liderliğini üstlenecek bir sol stoper transfer edilirse Galatasaray’ın savunma güvenliği neredeyse şampiyonlar ligi seviyesine yükselir. Eğer sol stoper transfer edilmeyecekse, Maicon’u sol stoper oynatmak ve sağ stopere Serdar Aziz’i çekmek defans güvenliğini biraz yukarıya çekecektir.



-      Bu açıdan Maicon – Serdar Aziz tandemi güven veriyor mu?

Serdar Aziz - Maicon ikilisi Türkiye için oldukça yeterli bir tandem olur. Bunun iki nedeni var. İlki, önlerinde oldukça güven veren bir futbolcu oynuyor; Fernando. Üstüne herhalde Türkiye’nin en hızlı sprinter futbolcularından birisi olan Badou var yine merkezde. İkincisi Asamoah’ın geleceğini varsayarsak hızlı kanat bekleri de savunma güvenliğini artıracaktır. Özellikle Mariano futbolu aklıyla oynayan, yani ne yapılması gerekiyorsa onu yapan bir bek olarak defansa değer katıyor.

Burada bir soru işareti var. Galatasaray birçok maçta ağırlıklı olarak rakip yarı sahada ve baskılı bir futbol oynayacak. Bu futbol tarzı stoper ikilisinin oldukça hızlı olmasını gerektiriyor. Örnek vermek gerekirse 2011-12 takımında sezona tandemde Servet Çetin – Gökhan Zan ikilisiyle başlanmıştı. Ama bu ikili, yeterince hızlı olmadıkları arkada büyük boşlukların bırakıldığı pres futbolunda başarılı olamamışlar, rakiplerine geçilmişlerdi. Fatih Terim bunun panzehirini tandemi Tomaš Ujfaluši – Semih Kaya ikilisiyle oluşturarak bulmuştu. Çünkü bu tandem oldukça hızlıydı ve rakiplerini arkadaki boşluklarda kolayca yakalıyorlardı. Peki Maicon – Serdar Aziz ikilisi yeterince hızlı mı? Bunu diyebiliriz, özellikle de Serdar Aziz için. Haftalar ilerledikçe bir sakatlık yaşamaması durumunda Serdar Aziz hızı, pozisyon bilgisi ve liderliğiyle kendisinden daha çok söz ettirecektir.

-      Peki savunma güvenliğinin başka parametreleri de yok mu?

Elbette var. Takım savunması sadece dört futbolcu ve kaleciden oluşmuyor. Beklerin kademeye girmesi, pozisyon alması, takımın topun arkasına geçmesi, forvet ve kanat oyuncularının takım arkadaşlarıyla birlikte topa baskı yapması da önemli.

Bunları alt alta topladığımızda şunu diyebiliriz: Galatasaray’da her maçta diri bir savunma mücadelesi göreceğiz. Çünkü başta Feghouli olmak üzere transfer edilen tüm oyuncular takım savunmasına ciddi katkı verecek profile sahipler. Bu çerçevede tüm futbolcuların topun yeniden kazanılması için pres uygulamasına aktif olarak katılacaklarını söyleyebiliriz. Ki bunun işaretlerini Kayserispor maçında da net biçimde gördük.

-      Transferleri başka hangi açıdan değerlendirebiliriz?

Transferleri değerlendireceğimiz bir diğer düzlem omurga-kanat strüktürü.

Galatasaray geçen yıl olduğu gibi bu yıl da ilk olarak omurgasında kuvvetlendirmeye gitti. Omurga derken kaleciden santrfora dek düz bir çizgi çektiğimizde bu çizgi üzerinde yer alan stoperler, merkez orta saha, ofansif orta saha oyuncularıyla santrforu kastediyoruz.

Takımın omurgasında geçen yıl da iyileşme öngörülmüştü ve bu kapsamda Serdar Aziz, Tolga Ciğerci, Nigel de Jong ve Eren Derdiyok transfer edilmişti. Ancak sakatlık (Serdar Aziz), yanlış transfer (De Jong), verimsizlik (Wesley Sneijder, Selçuk İnan, Lukas Podolski) ve başta bekler olmak üzere kanat oyuncuların yetersizlikleri nedeniyle omurga üzerine binen yükü kaldıramadı. Bu yıl omurga Maicon, Fernando, Badou, Belhanda ve Gomis transferleriyle oldukça sağlamlaştırıldı.

Geçen yıldan farklı olarak bu yıl ağırlıklı olarak omurgaya değil, kanatlara da takviye yapıldı, yapılıyor. Sağ kanada Mariano ve Feghouli transfer edildi. Sol kanada da bir bek ile bir forvet oyuncusunun transfer edileceği konuşuluyor.



-      Tek tek ilerlersek. Tudor için en öncelikli transfer Badou’ninkiydi. Halbuki bu transfer, bütçesinin yüksekliği nedeniyle oldukça eleştirildi.

Türkiye’de “yerli” ve “millici” olanlar bile oryantalisttir, referanslarını “batı”dan alırlar. Badou, Senegal futbol altyapısı tarafından yetiştirildiği için hakkı yenen bir futbolcu. Aynı özelliklere sahip birisi olarak Ankara yerine Lyon’dan, ya da Londra’dan İstanbul’a gelse havalimanı dolup taşardı.

Bilindiği gibi Badou Osmanlıspor’da 10 numara, yani forvet arkasında oynayan bir oyuncuydu. Herkes temelde geçiş futbolu oynayan Osmanlıspor’da geniş alanlar bulduğu için başarılı olduğunu, hücum oynayan Galatasaray’da ise bu alanı bulamayacağı için aynı performansı veremeyeceği görüşündeydi. Oysa Badou sadece 10 numara değil, aynı zamanda 6 ve 8 numara pozisyonlarında da oynayabilen bir oyuncu.

Burada Tudor’un satrançta (?!) işaretiyle birlikte gösterilen zeki bir hamlesi var; Galatasaray Badou’yu 10 numara değil, 8 numara pozisyonuna transfer etti. Yani reaktif oynayan Osmanlıspor’da 10 numarayken önünde uzanan boş alanı Galatasaray’da da bulabileceği daha gerideki yere. Bir sağ ve sol açık oyuncusu kadar hızlı olan Badou, deyim yerindeyse Galatasaray’ın orta kanat oyuncusu artık; rakibi merkezden deliyor.

Tudor’un Badou’yu istemesi futbolcuyu beğenmesinden değil sadece. Çünkü Galatasaray’ın 8 numarası olarak Tudor sadece iki oyuncu istedi; birisi Badou’ydu, diğeri ise Gianelli Imbula. Imbula’yla Badou’nun iki ortak noktası var; birisi ikisinin de 6 ve 8 numara pozisyonlarında oynaması. İkincisi ise ikisinin de boş alanı topla çok hızlı kat eden süratli ve tempolu bir futbolcu olması. Bu da gösteriyor ki Tudor ikinci bölgenin mümkün olan en hızlı biçimde geçilmesini istiyor. Burada bir futbolcuya yönelik beğeniden daha çok bir futbol vizyonu var.

-      Tudor birkaç ay önce NTV’de katıldığı programda temponun altını çizmişti.

Geçen yılki Galatasaray, tek bir ürüne, ki bu ürün Bruma’ydı, sahip bir muz cumhuriyeti gibiydi. Her şey Bruma’nın rakibini geçmesine endeksliydi. Takım temposunu hiç artıramıyordu. Bu nedenle de sahaya iyi yayılan ve organize olan her ekip Galatasaray’ı kolayca durdurabiliyordu. 2017-18 Galatasaray’ında ise durum çok farklı. Ağırlıklı olarak Badou sayesinde Galatasaray maç içinde takımın merkezini ileriye taşıyabildiği gibi temposunu da birkaç saniye içinde iki-üç vites artırabiliyor.

Aslında buna ilk olarak Badou’nun oyuna girdiği Herta Berlin’le yapılan hazırlık maçında şahit olmuştuk. Arkasında Fernando’nun yarattığı güvenlik kuşağını bulan Badou oyuna girdikten sonra Galatasaray’ın temposunu bir anda öylesine artırmıştı ki, Herta gibi istikrarlı bir Bundesliga takımı bile fark yemenin eşiğine gelmiş, merkez orta saha oyuncuları Galatasaray’ı frenlemek için Badou’yu faulle durdurmak dışında bir şey üretememişlerdi.

Badou sayesinde tempo bir anda yükselebiliyor. Ayrıca şu da söylenmeli; lige baktığımız zaman Türkiye’de Badou’nun özelliklerine sahip 8 numarası olan bir takım göremiyoruz. Burada bir şeyin altını iyi çizmeli: Beşiktaş ve Fenerbahçe orta sahasında yer alan Atiba Hutchinson, Oğuzhan Özyakup, Tolgay Arslan, Mehmet Ekici ileriye doğru oynayan isimler. Badou da ileri doğru oynayan bir oyuncu. Ama Badou onlara göre bir fazla şey daha yapıyor: İkinci bölgeyi neredeyse bir sprinter hızında topla birlikte, üstelik rakiplerini teker teker eksilterek kat edebiliyor. Badou’yu benzersiz yapan işte bu özellik.

Örneklemek gerekirse ikinci yarıda Badou’nun Mariano’dan topu aldıktan sonra iki rakibini geçip rakip 18 önünde Ciğerci’yi tek pasla kaleciyle karşı karşıya bırakması arasında sadece sekiz saniye var. Yaklaşık 60 metreyi, üstelik rakibinin darbesiyle tökezlemesine rağmen sekiz saniyede geçti Badou. Müthiş bir süre. Galatasaray tempoyu dramatik biçimde yükseltebilen Badou’yu Rennes, Montpellier, ya da Toulouse’dan değil, Osmanlıspor’dan transfer etti. Yani herkesin gözünün önündeydi Badou. Ama kimse onu 8 numara olarak kendi takımında görmek istemedi, Tudor dışında.



-      Hızlı bir 8 numara olarak Badou bir standart olur mu Türkiye’de bundan sonra?

Muhtemelen. Galatasaray’ın böyle sonradan standart haline dönüşen öncülükleri vardır. Mesela 1992-93 sezonunda Karl Heinz Feldkamp iki defans oyuncusu Falco Götz ve Rainer Stumpf’u transfer ettirmişti ve Türkiye’deki tüm kupaları toplamıştı. Galatasaray örneğinden hareket eden Fenerbahçe ertesi sezon takımın başına Alman teknik direktör Holger Osieck’i getirirken defansa da Andeas Wagenhaus’u transfer etmişti. Uche-Högh ikilisi bunun uzantısı olarak doğdu. Badou hamlesinden hareket ederek bir dahaki yıl Beşiktaş ve Fenerbahçe’nin de kadrolarına sprinter bir 8 numara transfer etme ihtimallerinin yüksek olacağını öngörebiliriz.

-      Badou’nun eksi yönleri yok mu peki?

Olmaz olur mu? En temel eksikliği set oyunundaki tercihlerinin oyunun akışıyla tam olarak örtüşemiyor olabilmesi. Bundan kasıt set oyununda pas ve dripling tercihleri bazen yanlış olabiliyor. Bunun nedeni ise tekniğinin eksik olması değil. Çünkü çok iyi bir tekniğe sahip. Bunu yaklaşık 60 metre top sürdükten ve iki kişiyi geriye bıraktıktan sonra neredeyse Ciğerci’nin ayağının üstüne attığı aşırtma pasta çok iyi gördük.

Badou maç boyunca neredeyse bir kenar oyuncusu kadar bol bol sprint attığı için aktif dinlenmesini set oyunu içinde gerçekleştiriyor. Bu da bir tansiyon yaratıyor üstünde ister istemez. Üstüne, set oyunlarında da rakip oyuncuları geçmeyi daha çok denemeli Badou. Bu koşularını yatay düzlemde (lateral) başlatıp, daha sonra yön değiştirerek dikine doğru ilerleyebilir.



-      Buradan Feghouli transferine geçebiliriz galiba?

Evet, bu doğru olur. Çünkü Feghouli Tudor’un Badou’dan sonra oyun yapısını üzerine inşa edeceği ikinci oyuncu. Bu niçin böyle? Üç neden var; ilki Feghouli de Badou gibi topla inanılmaz hareketli ve hızlı. Bu da rakip takımın savunma dengesinin aniden bozulması demek. İkincisi; Feghouli de yine Badou gibi birkaç pozisyonu rahatlıkla oynayabiliyor kanat ve forvet arkası gibi. Eğer takımınızda Feghouli varsa, ondan 4-2-3-1, 4-3-3, 4-4-2, 3-4-3, bütün formasyonların iki ayrı pozisyonunda yararlanırsınız. Örnek vermek gerekirse 4-4-2 formasyonunda Feghouli hem kanatta oynar, hem de Gomis’in hemen arkasında yardımcı santrfor olarak. Üçüncü neden; Feghouli, tıpkı Badou gibi oyunun iki yönünü de büyük bir iştahla oynayan ve her top için mücadele veren bir oyuncu.

Bir adım daha atalım. Galatasaray’ın bu yılki makine dairesinde Badou ve Feghouli olacak. Takımın tempo ve ritmini bu ikili belirleyecek. Eğer transferi mümkün olursa Asamoah’ı da makine dairesinin üyesi olarak yazabiliriz.

-      Tempodan saha içi akla geçebiliriz sanki?

Mevcut yapıya baktığımız zaman Galatasaray’ın oynayacağı oyunda aklı temsil eden iki oyuncu göreceğiz sahada. Birisi Fernando, diğeri ise Belhanda.

Fernando’dan başlayalım. Galatasaray oyunu Fernando’nun denetiminde ve gözetimde kuracak. Fernando bu anlamda Galatasaray’ın ilk pas istasyonu. Takım Fernando’nun liderliğinde iki stoper ve iki kanat beki üzerinden topu ikinci bölgeye aktaracak. Basit oyun anlayışı, çevre kontrolüne dayanan 360 derece saha görüşü ve hareketli yapısıyla Fernando bu görevin altından kolayca kalkacak gibi görünüyor.

Fernando’nun bir diğer görevi daha var; rakip ataklarında savunma dörtlüsü önünde dalgakıran oluşturmak. Fernando çok hızlı bir oyuncu değil. Ama bire birler ve ikili mücadelelerde fiziğini çok iyi kullanıyor ve içgüdüsel diyebileceğimiz doğru pozisyon alma yeteneğine sahip. Fernando ayrıca yere yatarak top kazanma bakımından da oldukça başarılı. En önemli artısı ise futbolu aklıyla oynaması ve tüm bunları bir tribün şovuna dönüştürmeden mütevazı biçimde yerine getirmesi. Örneklemek gerekirse Kayserispor maçında ofsayt olduğu için sayılmayan golde Rodrigues’e verdiği pasta tam altı rakip futbolcuyu oyundan düştü. Tek pasla bir takımın yarısından fazla futbolcusunu oyundan düşürmekten söz ediyoruz. Kolay bir iş değil.



-      Tudor onun hem savunma, hem hücumdaki yetkinliğinden dolayı mı 4-1-4-1’i tercih etmeye başladı?

Bilindiği gibi 4-1-4-1 formasyonunda en kritik pozisyon defansın önünde oynayan (ve elbette orta sahadaki dörtlünün gerisinde) yalnız ve tek oyuncudur. Oyun ofansif anlamda onun üzerinden defanstan orta sahaya akar. Defansif anlamda ise orta saha dörtlüsünün çeperini oluşturduğu huninin dibindedir. Dörtlü orta saha rakibin görüşünü ve akışını, huninin dibine, yani Fernando’nun önüne doğru daraltır ve iter.

Kısaca Fernando defansta takımı üçlü stoper oynatan, ofansta ise 8 numara gibi iş gören özel bir oyuncu. Ya da şöyle diyelim: Ne tek başına yangınları söndüren bir itfaiye. Ne de tek başına geriden oyun kuran bir orta saha. Her ikisi de.

-      Belhanda’ya gelecek olursak…

Belhanda da Badou ve Feghouli gibi birkaç pozisyonda oynayabilen bir futbolcu; kanatta, forvet arkasında, hatta yardımcı santrfor olarak da oynayabiliyor Belhanda. En önemli özelliği oyunu aklıyla oynarken hareketli olabilmesi ve kalabilmesi.

Burada bir şeyin altını kalınca çizmek lazım. Galatasaray sahaya Jan Olde Riekerink’in 4-2-3-1 formasyonuyla yayılmıyor. Artık daha çok 4-1-4-1 takımı Galatasaray. Belhanda’nın bu formasyondaki yeri ise net biçimde Badou’nun yanı. Geometrik olarak anlatmak gerekirse orta sahanın en gerisinde Fernando var. Onun sağ çaprazında Badou, sol çaprazında da Belhanda. Dolayısıyla Belhanda’nın sahadaki yeri merkez orta saha oyuncusu gibi. Galatasaray’ın eski 10 numarası Wesley Sneijder ise iyi hatırlanacaktır, kendini hep ileride sola atardı. Bu açıdan Belhanda için 10 numara giyen bir 8 numara demek yanlış olmaz. Zaten Kayserispor maçında takımı zinde gösteren unsurlardan birisi de tam üç tane 8 numaranın görev yapmasıydı: Badou, Belhanda ve Ciğerci. Elbette bu üç 8 numara içinde Belhanda’nın görev tanımı daha esnek ve serbest. Ama sonuç değişmiyor. Galatasaray 6 numarası (Fernando) ve üç tane 8 numarasının hareketli ve yardımlaşmalı oyunu sayesinde hem oyunun temposunu hep kendi elinde tuttu, hem iyi savunma yaptı, hem de hücumda bugüne dek pek şahit olmadığımız bir zenginlik üretti. Tabii bu hareketli oyunda Rodrigues’in rakibi yıpratan bindirmeleri ve sürekli ileriye koşular yapan Gomis’in katkısını da unutmamak gerekiyor.

-      Neydi bu hücum zenginliği?

Her şeyden önce dört golün de akan oyun içinde asistle gelmesiydi. Artı, atılan dört golden üçünde (1, 2 ve 4’üncü gol) skorer oyuncu neredeyse tek başına kaleciyle karşı karşıya kaldı. Bunun dışında kaleciyle karşı kalınan başka pozisyonlar da var; Ciğerci’ninki gibi. Keza Rodrigues’in kaleciyle karşı karşıya kalmasına rağmen Gomis’e boş kaleye yuvarlamak anlamında Cruijff golü attırma tercihi nedeniyle iptal edilen pozisyon da unutulmamalı.



-      Belhanda’ya dönecek olursak…

Belhanda’yı, “çıkıp öyle gol atacak, ya da öyle bir asist yapacak ki Galatasaray maçı alacak” görüşüyle değerlendirmek doğru olmaz. Dediğimiz gibi aslında klasik bir 10 numara daha çok 8 numara gibi oynayan hareketli bir oyuncu Belhanda. Ama önemli bir özelliği var. Takımın yapıştırıcı tutkalı. Çünkü çok hızlı olmamasına rağmen hareketli oynaması sayesinde hücum setinde bütün oyuncuları birbirine bağlıyor ve boşluk bırakmıyor; hem topun daha boş olan futbolcuya aktarılmasını sağlıyor, hem de boşluklara iyi sızıyor. Bu açıdan Belhanda’nın oyuna katkısının henüz yeterince değerlendirilmediği söyleyebiliriz. Ki süreç içinde performansı yüzde 30-40 daha da yükselecektir.

Şimdi bir adım geriye atıp kendimizi rakip yerine koyalım ve şu soruyu soralım? Kimi tutarsak Galatasaray’ı durdurabiliriz? Geçen sene bu sorunun yanıtı belliydi. Bruma’yı tut, Sneijder’e de pas ve şutunu önleyecek kadar yakın oyna, Galatasaray’da elektrikler sönerdi, takım sessizliğe bürünürdü.

Bu sene ise sağdan, soldan, merkezden, her yerden akan bir Galatasaray var. Kimse top kendisine gelince bir oyuncuyu (10 numara) aramıyor; herkes oyun kurucu, herkesin amacı en kısa sürede rakip kaleye gitmek. Çoğu oyuncusu kolayca adam eksiltebildiği için rakip savunmanın dengesi kolayca bozulabiliyor. En önde de durdurulması çok zor, kuvvetli bir santrfora sahip. Elbette şu yanlış anlaşılmamalı. Galatasaray durdurulamaz bir takım değil. Onun da zaafları var. Ama geçen yılla karşılaştırdığımızda ciddi bir anlayış, felsefe ve mücadele farkı görüyoruz.

-      Buradan belki o “kuvvetli santrfora” Gomis’e geçebiliriz.

Şimdiye kadar futbolcuları, tempo ve akıl kazandıranlar diye ikiye ayırdık. Bunun dışında bir kategori daha var; takıma ruh katanlar. 2017-18 Galatasaray’ında takımın ruhunu Gomis temsil ediyor.

2011 takımıyla bir kıyaslama yaparsak konu daha iyi anlaşılır. O takımda makine dairesinde iki oyuncu vardı: Engin Baytar ve Felipe Melo. Emmanuel Eboué bu ikiliye kalfalık yapar, takımın temposunu ve ritmini bu üçü belirlerdi. Takımın aklı ise iki oyuncuya emanet edilmişti: Tomaš Ujfaluši ve Selçuk İnan. Emre Çolak da bu ikilinin çırağıydı. Takımın ruhuna gelince, bunu tek başına bir oyuncu temsil ederdi: “Ulu” Johan Elmander.

Hiçbir zaman kendi şovunu yapmayan Elmander’in takımla ve seyirciyle ilişkisi son derece sahiciydi. Çünkü Elmander’in en önemli özelliği profesyonelliğinin sağlam bir ruhun yansıması olmasıydı. Bu nedenle tüm takım onun gözlerinin içine bakardı. Unutmayalım, onun ellerini iki yana açmasıyla başlardı takım presi. Onun futbol ve Galatasaray’la kurduğu hakiki ve samimi ilişkiyi sonrasında hiçbir futbolcuda göremedik.

Gomis üzerinden Galatasaray hem Elmander gibi bir ruh liderine kavuştu, hem de Elmander’den yetenek olarak çok daha fazlasına sahip bir santrfora. Gomis sahada bir santrfordan ne beklenirse hepsini yapıyor: Sırtı kaleye dönükken oynayabilme, arkadaşlarına boş koridor yaratma, takımı ileride tutma, öne doğru boş koşu yapma ve golün her türlüsünü atma.



-      Galatasaray’da böyle bir santrfor görülmüş müydü daha önce?

Ben görmedim. Ona bakınca acı kuvveti bakımından Gökmen Özdenak’ı, sürekli pozisyon ve açı arayışı itibariyle Tanju Çolak’ı, pivot özellikleriyle Hakan Şükür’ü, liderliğiyle Elmander’i, öne yaptığı koşularıyla Burak Yılmaz’ı ve rakiplerinde yarattığı korku hissiyle Didier Drogba’yı görmek mümkün. Hepsinden bir parça var onda.

Gomis’le ilgili son iki şey. Belki kalp rahatsızlığının da etkisi vardır bunda, tam bilemiyorum. Gomis futbolu kültürel bir çerçevede ele alıyor. Bundan kasıt Gomis’in futbolu para kazanmak için oynamadığını söylemek değil. Tam tersine futboldan kazanabileceği en yüksek parayı kazanmaya çalışıyor. Ama kazandığı parayı da son kuruşuna kadar hak etmek istiyor. Sürekli fitness çalışması bu yüzden. Onu farklı ve lider kılan bu. Koşullara göre davranmıyor veya davranışını değiştirmiyor. Bir ilkesi var ve bundan koşullara göre taviz vermiyor. Zaten Elmander’e benzer yanı da burası. Belki bir Protestan değil, ama bir Protestanın ahlakına sahip, Elmander gibi. Bu ahlak çerçevesinde en iyiyi yapmaya çalışan, bundan keyif alan, bu kültürü takım arkadaşlarına yayan ve tribünlerin karşısına bu kimliğiyle çıkan birisi. Ona bakınca ilk planda tutkuyu görebiliyoruz, ama bu tutkunun arkasında ciddi bir profesyonellik kültürü var.

İkincisi; Fransa doğumlu olmasına karşın her Senegalli gibi Gomis de aslanlara tutkuyla bağlı. Latincesiyle söyleyecek olursak o bir Panthera leo senegalensis, yani Senegal aslanı sevdalısı. Bu nedenle gol sonrası yaptığı şovu hem kendini ifade etmesi, hem de Galatasaray’ı sembolize etmesi üzerinden okumalıyız. Maçın devre arasında Cenk Ergün’e söylediği “merci beaucoup”nun (çok teşekkürler) arka planında içindeki aslanı sembolik anlamda en iyi yaşayacağı ve yaşatacağı yere gelmenin sevinci var. Bu vesileyle Senegal doğumlu Badou’nun da gol sonrasında pençelerini göstererek yine aslan şovu yaptığını unutmayalım.



-      Yeni transferler içinde konuşmadığımız bir tek Mariano kaldı galiba?

Evet. Mariano’dan bahsetmemek doğru olmaz. Sağ bekte ilk isim Sébastien Corchia’ydı, ama transferi başarılamadı. Çünkü Fransa milli takım havuzunda yer alan Corchia ulusal takım seçicilerinin takip ettiği bir takımda olmak istedi. Corchia Sevilla’ya gitti, Sevilla’nın sağ beki Mariano da Galatasaray’a geldi. Yaşını hariç tutarsak seviye ve kalite olarak Corchia’nın altına düşülmediğini söyleyebiliriz.

Mariano’nun en önemli referansı hiç şüphesiz Monchi (Ramón Rodriguez Verdejo). Halen Roma’nın sportif direktörü olan ve Sevilla gerçeğini yaratan futbol insanından söz ediyoruz. Yaklaşık 15 yıl Sevila’da çalışan Monchi bu sürede Dani Alves, İvan Rakitiç, Sergio Ramos, Julio Baptista, José Antonio Reyes gibi isimleri keşfetmek, parlatmak ve pazarlamakla şöhret bulmuş bir futbol insanı. Mariano da Girondins Bordeaux’da oynarken Monchi’nin vizyonu ve oluruyla Sevilla’ya kazandırılmış bir futbolcu. Mariano’yu izlerken Monchi’nin onda gördüğü kaliteli futbol kumaşına da bakmış oluyoruz aslında.

Dripling, ön koşu, pas, orta, rakibe müdahale, şutu bloke etme… Mariano daha önce dediğimiz gibi o an ne yapılması gerekiyorsa onu yapan bir oyuncu. Hem tempo yapabiliyor, hem kontrol futbolu oynayabiliyor. Oyun vizyonu da normal üstü. Kayserispor maçındaki dört golden ikisindeki asist öncesinde onun pası var.

Galatasaray’ın 11’inde ağırlıklı olarak iki küme var. Birisi futbola Fransa’da başlayanlar ve yolu Fransa’dan geçenler kümesi. Bu kümede Mariano’yla birlikte Belhanda, Feghouli ve Gomis yer alıyor. İkinci küme ise Brezilya ekolünden gelenler; bunlar da Mariano, Maicon ve Fernando. Ki bu üçlüden Fernando ve Maicon Porto’da da beraber oynadılar. Görüldüğü gibi farklı ana kümeler var Galatasaray’da ve Mariano bu ana kümelerin göbek noktasında. Bu sayede farklı yanındaki Maicon, çapraz solunda oynayan Fernando ve farklı etnisiteye mensup önündeki Feghouli’yle aynı futbol dilini konuşabiliyor Mariano. Bu önemli bir avantaj.

-      Belki bu noktada bu transfer sezonunda Galatasaray’ın niçin Fransa pazarına kuvvetli bir giriş yaptığını konuşabiliriz.

Çok iyi olur. Bilindiği gibi ana rakipleri Galatasaray’ı karalamak için “Fransız” olduğunu ileri sürerler. Gerçekte ise Galatasaray’ın kuruluşunda Mekteb-i Sultani öğretmeni olarak bile tek bir Fransız yer almamıştır. Üstane, 112 yıllık tarihinde Galatasaray’da futbol oynayan sadece dört Fransa uyruklu futbolcusu oldu: Didier Six, Sébastien Pérez, Franck Ribéry ve Bafé Gomis. Aynı zamanda Senegal uyruğuna da sahip olan Gomis de Belhanda ve Feghouli gibi futbola Fransa’da başlamış birisi.

Dolayısıyla Galatasaray tarihinde ilk defa bu kadar çok Fransa altyapısına sahip futbolcu bir araya geliyor. Bunu Galatasaray büyük ölçüde sportif direktör Cenk Ergün’e borçlu. İlk göreve getirildiğinde çoğu Galatasaraylı Ergün’ü küçümsemişti. Oysaki Kayserispor maçında geçer not alan bu takımı Tudor’la beraber kurgulayan iki kişiden birisi. Futbol geçmişi yok Ergün’ün, ama futbolu iyi bilen ve ona farklı bakabilen birisi. Bunu da analitik / matematik bir zekâya sahip olmasına borçlu. Üstüne iyi bildiği dört lisan da eklenmeli.

Galatasaray Cenk Ergün üzerinden ilk kez Fransa futbol pazarına kuvvetli bir giriş yaptı. Bunun birkaç nedeni var: İlki Fransa ligi neredeyse Avrupa’nın üst düzey liglerine altyapı hizmeti veren bir lig konumunda. İkincisi Fransa liginde fizik kalite üst düzeyde. Ligue 1, beş büyük lig içinde tempo ve sertlik açısından Türkiye ligine en yakın lig konumunda İtalya Serie A’yla birlikte. Bunun anlamı transfer edilen futbolcuların minimum adaptasyon süreci yaşaması demek. Üçüncüsü Fransa Afrika futbol pazarının dünyaya açılan penceresi konumunda; Avrupa’nın en atletik futbolcuları Fransa’da yetişiyor. Bu, pazarda alıcı olarak davranan kulüpler için bol ürün ve çok fazla seçenek anlamı demek. Dördüncüsü Fransa’da oynayan ve kendisine vizyon olarak İngiltere Premier Ligi’ne transfer olmak ve Fransa ulusal takımında oynamak gibi büyük hedefler koymayan futbolcuların büyük çoğunluğunu oldukça uygun bütçelerle Türkiye’ye transfer etmek mümkün. Son olarak, Galatasaray isim anlamında Fransa’da oldukça tanınan bir kulüp.

Bu çerçevede Fransa pazarına girmek Galatasaray için zaten çok gecikmiş bir hamleydi. Nihayetinde bu yıl Fransa’ya kuvvetli bir giriş yapılmış olundu. Bu aşı tuttuğu sürece önümüzdeki yıllarda Galatasaray’ın Fransa pazarından daha genç, daha ucuz ve daha potansiyelli transferler gerçekleştirmesini bekleyebiliriz.

Aslında bunu destekleyecek bir süreç de başladı: Türkiye ligi artık Fransa’da yayınlanıyor. Fransa’da Türkiye’deki takımlar arasında en çok futbol izleyicisini Galatasaray çekecektir büyük ihtimalle. Olympique Lyonnais ve Olympique de Marseille taraftarı Gomis’i, Montpellier ve Nice’liler de Belhanda’nın nasıl oynadığını merak edeceklerdir muhtemelen. Görüldüğü gibi Cenk Ergün üzerinden Galatasaray “Fransız” olduğu için Fransa pazarına girmiş değil. Bu hamlenin akılcı nedenleri var.

Bir de Galatasaray ve Türkiye Cenk Ergün nezdinde profesyonel bir futbol yöneticisi kazanıyor. Bu gerçekte Galatasaray adına geleceğe bir yatırım aynı zamanda; o gözle de bakmakta fayda var.



-      İlk başta göreve getirildiğinde “Dursun Özbek muhtemel bir başarısızlık durumunda kamuoyunun önüne atmak için bir kurban seçti” yorumu yapılmıştı.

O günlerde bu yorum doğru görünebilir; ama bugünden geçmişe baktığımızda Dursun Özbek’in tarihe geçmek için bir hamle yaptığını görüyoruz. Tarih boyunca kendi adıyla anılacak bir takım kuruyor aslında Özbek ve bu takımın 11’inde Ünal Aysal döneminde transfer edilmiş tek futbolcu var; Muslera. Özbek bu takımı Cenk Ergün’ün eliyle Tudor’un mimarlığında kuruyor.

-      Son olarak Tudor’la bitirelim. Ne beklemeliyiz ondan?

Her şeyden önce Tudor bir teknik direktör olarak oldukça genç. Sanırım Tomislav Kaloperoviç’ten sonra Galatasaray’da görev yapmış en genç teknik direktör. Onu yorumlarken bu gerçeği unutmamakta fayda var. Bunun dışında Tudor’u analiz ederken Galatasaray’ın genetik haritasını da iyi biliyor olmak gerekir.

Galatasaray bir teknik direktör kulübüdür. Bunun anlamı, teknik direktörler, koçlar Galatasaray’da özgür bırakılırlar ve işlerine nadiren karışılır. Bunun karşılığında ise şan ve zafer de onlarındır, başarısızlık da. Galatasaray’da bir teknik direktör için “takımı o mu şampiyon yaptı” diyen başkan yoktur, görülmemiştir. Artı, Galatasaray’ın futbol tarihine baktığımızda, başarıya ulaşmış teknik direktörlerin otoriter diyebileceğimiz bir kimliğe sahip oldukları görülür: “Baba” Gündüz Kılıç, Coşkun Özarı, Brian Birch, Jupp Derwall, Mustafa Denizli, Karl Heinz Feldkampf, Fatih Terim, Mircea Lucescu, Erik Gerets; hepsi bu otoriter teknik direktör tipolojisinin temsilcisidir.

Elbette bunun istisnaları vardır: Hamza Hamzaoğlu otoriter olmamasına rağmen başarılı olmuştur, Gheorghe Hagi ise otoriter olmasına rağmen Galatasaray’da başarılı olamamıştır. Ancak biz burada bir modelleme yapıyoruz. Tekil örnekleri hesap dışı tutabiliriz.

Psikolojik ve tarihsel olarak böyle bir arka plan var Galatasaray’da. Otoriter kimliği Tudor’u başarılı kılabilir, ama başka faktörler de etkili başarılı olmak için.



-      Nedir bu faktörler?

Öncelikli olarak futbol vizyonu ve felsefesine de bakmamız gerekiyor. Tudor’un futbol felsefesi oldukça basit: Fizik kalitesi üst seviyede bir takım, tüm sahada rakibe ve topa baskı, tempolu futbol, hızlı geçiş oyunları, son topa kadar kolektif oyun anlayışı ve taktik disiplin.

Bu futbol felsefesini Kayserispor maçından bir örnekle daha iyi anlamak mümkün. Bunun için Galatasaray’ın üçüncü golüne gidelim. Dakika 37, Kayserispor atak yapıyor. Jean Armel Kana Biyik topla Galatasaray sahasında akarken Badou’nun arkadan sıkıştırması sonucunda Fernando tarafından bozuluyor. Top başka bir Kayserisporluya, Fernando Boldrin’e geliyor, ama etrafı üç Galatasaraylıyla çevrili. Maicon hemen ayağını sokuyor ve topu Fernando’ya kazandırıyor, o da hemen Badou’ya aktarıyor. Badou birden öne fırlıyor topla. Onunla birlikte aynı hizada Ciğerci ve Belhanda da ileri fırlıyor. Daha önde de Rodrigues ve Gomis var, boş koşu yapıyorlar. Beş Galatasaraylıya karşı dört Kayserisporlu var kadrajda. Badou 10 metre kadar topu sürdükten sonra Belhanda’yı görüyor. Bu arada Rodrigues sağa doğru koşu yaparak iki Kayserisporluyu üzerine çekiyor. Gomis ise sola koşuyor. Belhanda onu topla buluşturduğunda başında iki rakip oyuncu var. Gomis kendi sağına topu çekip kaleye vuruyor. Sonucu biliyoruz.

Topun Fernando tarafından kazanılmasıyla Gomis’in golü arasında tam 12 saniye var. Bu 12 saniye içinde Galatasaray futbolcular toplam üç pasla yaklaşık 65 metre mesafe kat ettiler. Bu golde Badou’nun, Belhanda’ya pas verdikten sonra ceza sahasına doğru koşusuna devam ettiğini ve Gomis golü atarken hemen yanıbaşında olduğunu da söylemeliyiz.

Bu golde Tudor’un tüm felsefesi yer alıyor: Rakibe baskı, tempo, hızlı geçiş oyunu, kolektif oyun anlayışı ve taktik disiplin. Atılan dört golde de rakip ceza sahası içinde ortalama üç Galatasaraylının bulunmasını oyunun spontane gelişmesi, ya da oyuncuların iştahıyla açıklayamayız tek başına. Belli ki Tudor antrenmanlarda düzenli olarak bunu çalıştırıyor takıma.

-      Her şeyi üst üste koyduğumuzda Tudor’u nasıl analiz etmeliyiz?

Tudor’un iyi yaptığı şeyler de var, kendini geliştirmesi konular da.

İyi yaptığı şeylerden başlayalım. Her şeyden önce iyi bir çalıştırıcı Tudor. Önem verdiği ilk şey takımın fizik kalitesi. Bu konuda çok haksız sayılmaz, çünkü yetenek ve teknik kapasite ancak ve ancak üstün fizik kalite varken gelişir. İyi biliyoruz ki Türkiye, özellikle deplasman maçlarında fizik kalitesi yüksek takımların puan alabildiği sert bir lige sahip. Bu açıdan Tudor’un fizik kaliteye verdiği önem, lig yarışını sonuna kadar sürdürmek bakımından kritik öneme sahip. Ve yine Biliyoruz ki Tudor takımları fizik kalitesi yüksek takımlardır. Bu yıl tek kulvarda mücadele edecek Galatasaray, fizik kalite olarak ligin en iyi takımı olmaya aday.

Onun dışında futbol vizyonu oldukça iyi Tudor’un. Badou hamlesinde net biçimde gördük bunu. Ki Badou tek başına ligin seyrini değiştirebilecek bir oyuncu. Haksız rekabet yaratıyor çünkü.

Biraz önce değindik. Tudor iyi bir futbol felsefesine sahip. Burada önemli olan felsefenin kendisinden çok, bu futbol felsefesinin Türkiye’de başarılı olmak için uygun olması. Yoksa örneğin Frank Rijkaard’ın da futbol felsefesi de oldukça iyiydi, ama Türkiye için cari değildi; tıpkı Riekerink’inki, Michael Skibbe’ninki gibi.

Tudor’un bir diğer artısı, bir sistem hocası olması. “Sistem oynar ve kazanır” ekolünden Tudor. Belki de oyun tıkanınca taktik arayışlara girmemesinin nedeni bu. Şöyle düşünüyor muhtemelen: “Oyun, sistemi iyi işletemediğimiz için tıkandı. Bu tıkanıklığı taktik arayışla çözmek, sistemden uzaklaşmak anlamına gelir. Demek ki sistemi işletmemiz için daha çok çalışmamız lazım.” Bu nereden baktığınıza göre değişen bir görüş. “Bekçi Murtaza” tiplemesi de var bu düşüncenin içinde, gelişime açıklık da.

Bir avantajı daha var Tudor’un. Bu yıl Türkiye’de takımların ilk 11’lerindeki yabancı oyuncu sayısı radikal biçimde arttı. Bu yarışta, Tudor’un yabancı oyuncularla iletişim kurma açısından, özellikle Türkçe dışında dil bilmeyen rakiplerine göre oldukça şansı bulunduğu söylenmeli.

Son olarak belki de en önemli artısı, kendisinin futbol felsefesine ve çalışma disiplinine inanan ve destekleyen bir futbolcu grubuyla yapamayacağı çok az şeyin bulunması. Tudor, göç sırasında sürünün en önündeki lider kuş olmayı başarırsa parlak bir kariyere yelken açabilir.



-      Eksilerine gelince.

Henüz mesleğinde bir kalfa Tudor, usta değil. Bunu özellikle menajer yetenekleri açısından söylüyoruz. Bilindiği gibi futbolun mucidi İngilizler teknik direktöre “yönetici” anlamında “menajer” derler. Çünkü bu meslek, insanları, yani futbolcuları belli kurallar, sistemler ve çalışmalar üzerinde bir araya getirmek ve bir hedefe götürmek amacıyla yönetmek mesleğidir. Bu nedenle “man management” denilen “insan yönetimi” teknik direktörlüğün en önemli ve değerli alt disiplinidir. Tudor’un usta olmadığı konu bu. Çünkü Tudor’un verdiği kararlar, futbolcunun durumunu anlamasını, buna rıza göstermesini ve durumu içselleştirmesini kapsamıyor bazı durumlarda.

Tudor taktik yeterlilik anlamında da bir üstat değil. Bu konuda da henüz kalfa. İlkelerine sonuna kadar bağlılığı, bazı durumlarda taktik konularda yaratıcı çözümler aramasını önlüyor. Östersunds eşleşmesinde net biçimde yaşadık bunu. Ama aynı şeyi mesela Kayserispor maçında tekrarlamadı. Galatasaray’ı 4-1-4-1 formasyonunda, üstelik de asimetrik oynattı saf bir merkez oyuncusu olan Ciğerci’ye ilk 11’de yer vererek. Halbuki ilkeleri onun iki kanatta da forvet karakterli orta saha oyuncusu oynatmasını gerektiriyordu. Bunu yapmadı, tek kanatla sahaya sürdü takımı, iyi ki de sürdü. Çünkü Galatasaray’ı rakip üstünde belirgin biçimde üstün kılan unsur, merkez orta sahayı dört oyuncuyla (Fernando, Badou, Belhanda ve Ciğerci) kapatmasıydı. Rodrigues’i ise asimetrik olarak tek kanatta kullandı Tudor. Gomis’i de en ileride.

En belirgin eksisi ise Tudor’a yönelik güven açığı. Galatasaray’ın sosyal paydaşları (taraftar, kulüp üyeleri, spor kamuoyu, vb.) bir teknik direktör olarak Tudor’a yüzde yüz güveniyor değil. Herkes, onu bir tür kaza yapması muhtemel bir şoför gibi algılıyor. Tudor’un bu güven açığını kapatması için iki şeye ihtiyaç var: Takımın iyi futbol oynaması ve istikrarlı sonuçlar alması.

-      Yani bir kalfayla başarılı olması bekleniyor Galatasaray’ın, öyle mi?

Aslında Galatasaray’a geldiğinde Kaloperoviç de, Lucescu da, Gerets de kalfaydı. Ama başarılı oldular. Terim’in de 1996’da Galatasaray’a geldiğinde kulüp çalıştırıcılığı sahasında hiçbir başarısı yoktu. Başka bir örnek; Brian Birch Galatasaray’da göreve başladığında bırakalım kalfayı, çırak bile değildi. Çünkü Coşkun Özarı’nın kondisyoneri ve yardımcısı olarak göreve başlamıştı Birch 1970’te. Takımı o sezon şampiyon yapan Coşkun Özarı’nın ayrılmasından sonra da teknik direktörlüğe getirildi ve iki yıl üst üste şampiyonluk yaşadı.

Tudor gerek felsefesi, gerekse de karakteri itibariyle Galatasaray teknik direktörleri arasında Birch’le Kalli arasında bir yerlerde duruyor. Futbol felsefesi Kalli’yi, çalıştırıcılığı ise Birch’ü andırıyor.

Eğer geçen sezon olduğu gibi çalışmak yanlısı olmayan futbolcular bulunsaydı kadroda, Tudor’un şansı az olurdu. Ama bu sezon oluşturulan takım çalışma disiplini açısından arızasız, futbol iştahı bakımından da oldukça aç görünüyor. Futbolcular hafta içinde çok çalışmanın karşılığını hafta sonunda alacaklarını gördüler Kayserispor maçında. Tudor da teknik direktörlük başarısı olarak aç ve iştahlı bir hoca. Futbolcularını sürantrene etmezse başarılı olma ihtimali oldukça yüksek. Bu süreçte takım iyi oynadığı sürece taraftar desteğini de arkasında hissedecek Tudor ve futbolcular.

Son söz olarak; Birch, Denizli, Terim ve Lucescu gibi Tudor da Galatasaray’la birlikte büyüyebilir. Ancak şu anki durumu, meşhur olacağı boğa güreşine çıkmadan önce ablasına, “ağlama Angelita, bu akşam ya sana bir ev alacağım, ya da yasımı tutacaksın” diye seslenen El Cordobes’ten farklı değil Tudor’un.