-
Igor Tudor’dan
başlayalım. Lige Kayserispor maçında taraftar tarafından ıslıklanarak başladı, o
maça kadar bir nefret nesnesiydi. Şimdi ise saygı ve güven objesi oldu. En
dipten en yükseğe süren çok kısa bir yolculuk.
Taraftarın anlık bakış açısı ve
tepkisi deyip geçelim. İfrat (aşırıya varma) ve tefrite (hafiften alma) varmadan
Tudor’un futbola bakış açısını doğru bir düzleme oturtmalıyız. Bu açıdan
Tudor’un futbola bakışını iki platformda ele alabiliriz. İlki pragmatizm,
ikincisi taktisyenlik.
Tudor’un pragmatist yönüyle
başlayalım. Çoğu kişi için Tudor sert bir hocadır, esnemez. Ya kırılır, ya da
kırar. Ama futbol izleğini sürdüğümüzde aslında Tudor’un oldukça pragmatist,
yani belirli ilkeler ışığında koşullara oldukça esnek yaklaştığını görebiliyoruz.
Mesela Galatasaray’ı 3-5-2 ve 4-4-2’den izler taşıyan bir şekilde oynattığı
4-1-4-1 formasyonu. 4-1-4-1 Tudor’un ana formasyonu değildi; nitekim
Galatasaray sezona resmi olarak 4-2-3-1 formasyonuyla başlamıştı; en azından
elendiği Östersunds karşılaşmalarında sahaya bu formasyonla çıkmıştı. Ama sonra
Tudor rotayı 4-1-4-1’e çevirdi. Bunu da kâğıt üzerinde 4-1-4-1 4-2-3-1’den daha
mükemmel olduğu için yapmadı. Muhtemelen Fernando (Francisco Reges Mouta)
transferinden sonra, onun meziyetlerini kendi gözleriyle görmesinin ardından
karar verdi yeni formasyona. Bu arada söylemeye gerek yok; Tudor transferleri
Galatasaray’ı 4-1-4-1 oynatmak için de yaptırtmadı. Transferlerde gözettiği üç
şey oldu Tudor’un. Birincisi oyuncunun çok yönlü olması. İkincisi modern futbolun
gerekliliği olarak oyunun iki yönünü oynayabilmesi. Üçüncü olarak da karakter. Sonra
oyuncu havuzuna bakarak 4-1-4-1’de Galatasaray’ın daha etkili olabileceğine
karar verdi.
-
Galatasaray’ın
4-1-4-1 macerası ne zaman başladı?
Östersunds’a elenmenin ardından
oynanan Herta Berlin maçıyla Galatasaray 4-1-4-1’e geçiş yaptı. Hatırlayalım; o
maçta defansın önünde Selçuk İnan’la başlamıştı Tudor. İnan’ın önünde ise Younès
Belhanda ve Tolga Ciğerci vardı. Kanatlarda ise Recep Gül ve Garry Rodrigues oynamıştı.
En önde de Bafétimbi Gomis. Yani simetrik bir 4-1-4-1’le çıkmıştı sahaya
Galatasaray. İnan sakatlanınca yerine Koray Günter geçti. Günter’i ikinci
yarıda stoper Ahmet Çalık’ın yerine çekti Tudor. Ve ondan boşalan stoper
tandeminin önüne de o pozisyonun ideal futbolcusu olarak düşündüğü Fernando’yu
koydu. İkinci yarıda Ciğerci yerine de Badou’ya (Papa Alioune N’Diaye) görev
vermişti Tudor. Bu değişiklikten sonra Galatasaray ikinci yarının başında
temposunu bir anda artırmış ve Herta’yı zor durumda bırakmıştı. Bu aslında
dokuz gün sonra oynanacak Kayserispor lig maçında Galatasaray’ın rakibini
nelerin beklediğini gösteren en önemli prova oldu.
Kayserispor maçında fazladan bir
şey yaptı Tudor. Simetrik yapıyı terk ederek tek kanatla çıktı maça ve merkez
orta sahanın soluna Ciğerci’yi ekledi. Sonrasını biliyoruz. Bu maçla beraber bir
Tolgamania başladı Türkiye’de.
-
Tolga
Ciğerci’nin bir anda maniaya dönüşmesine sonra geleceğiz. Kayserispor maçında niçin
böylesi bir değişiklik yaptı Tudor?
İşte burada Tudor’un hem pragmatist,
hem de taktisyen yüzüyle karşılaşıyoruz. Galatasaray’ın ve ligin seyrini bir
anda değiştiren bir hamle oldu bu. Niçin bu hamleyi yaptı? Muhtemelen üç nedeni
var; ilki kadrodaki kanat oyuncularının yetersizliği. Ki bunu Herta maçında bir
kez daha görmüştük. Kayserispor maçına kadar her iki kanatta da birer kanat
oyuncusunun oynaması, Galatasaray’ın çift kanattan akan bir takım haline getirememişti.
İkinci neden oyunun ve takımın merkezini bir fazla oyuncuyla tahkim ederek
rakibe hükmetmeyi planladı büyük ölçüde. Ciğerci fotoğrafa burada girdi, ama onu
da sahte kanat gibi oynattı Tudor. Yani Ciğerci’ye birinci görev olarak topla
soldan gitmeyi vermedi. Veremezdi de zaten, çünkü Ciğerci bir dripling oyuncusu
değil. Tudor’un Ciğerci’ye verdiği birinci görev, her Galatasaray atağında sol
kanat oyuncusu gibi ceza sahasına boş koşular yapmasıydı. Yani atak sağ kanatta
olgunlaşırken ikinci direğe girmek; oyun ileri doğru hareketlenince, özellikle
de geçiş oyunlarında rakip ceza sahasına boş koşular yapmak; tüm Galatasaray
hücumlarını hangi koridorda bulunursa bulunsun kayıtsız şartsız desteklemek. Nitekim
Ciğerci’nin üç maç boyunca attığı ve kaçırdığı gollerde hep bunu gördük. Bu
vesileyle şu söylenmeli. Benzer bir görevi Badou da üstleniyor, Belhanda da. Bu
meseleyi pres üzerinde konuşurken daha iyi anlayacağız.
-
Tudor’un
Ciğerci’yi merkeze atmasının üçüncü nedeni neydi?
Bu bir tahmin. Transfer sezonunun
başından bu yana Tudor’un ısrarla Kwadwo Asamoah’ı istediğini biliyoruz. Bunu
tam bilemiyoruz, ama Fernando’nun önündeki üçlüyü Badou, Belhanda ve Asamoah
olarak tasarlamış olabilir Tudor. Bu üçlü orta saha bloğunu, Asamoah yerine
Tolga Ciğerci örneği üzerinden de sahada denemek istemiş olabilir. Elbette,
denildiği gibi bu bir tahmin. Şu bir gerçek; Fernando, Badou, Belhanda ve
Asamoah’tan oluşan merkez orta saha yapısı, bir de önlerine Sofiane Feghouli’yi
koyarsak, bırakalım ligi, Şampiyonlar Ligi seviyesinde bir orta saha olur. Eğer
Tudor’un kafasında böyle bir orta saha varsa, Ciğerci’nin ilk üç haftaki performansından
sonra bu görüşü biraz değişmiş ve zenginleşmiş olmalı.
-
Toparlarsak
kanat oyuncularının yetersizliği yüzünden Ciğerci’yi merkeze çekmesi Tudor’un pragmatik,
onu sahte sol kanat oyuncusu gibi oynatması ise taktisyenliğinin eseri. Doğru
mu?
Kesinlikle. Ama burada bir
romantizmin içinde bulmayalım kendimizi. Tudor, bir heykeltıraşın taşı yontması
gibi Tolga Ciğerci’den mükemmel bir futbolcu yarattı romantizmine kapılmamak
gerek. Böyle bir şey yok. Her şey kademe kademe gelişti Galatasaray’da; tıpkı
bilimsel devrimlerdeki gibi, deneye deneye. Tudor’un ana düşüncesi merkez orta
sahayı kuvvetlendirmek, tahkim etmekti. Ciğerci’yle merkez orta sahayı dörtledi.
Ardından Fernando hariç, tüm merkez oyuncularının hücumları öne doğru koşular
yaparak desteklemelerini istedi. Fizik kalite olarak sezonu erken açtığı için
formunun zirvesinde olan Ciğerci, Tudor’un bu isteğine en iyi yanıt veren
futbolcu oldu. Böylece bir orta saha futbolcusu olarak takımının en çok
pozisyona giren ve atan oyuncusu unvanına erişti Ciğerci. Olup biten budur.
-
Bunu
nereden biliyoruz?
Geçen sezondan. Tolga aynı
özelliklerle geçen sezon da Tudor’un elindeydi. Ama bu yönü ortaya çıkmamıştı. Çünkü
geçiş hücumlarında öne koşular yapması istenmiyordu ondan. Bunun birkaç nedeni
var; en temel neden Galatasaray’ın hareketli değil, statik bir takım olmasıydı.
Bu statikliğin temel kaynağı ise çoğu insanın sandığı gibi merkez orta sahası
değil, hücum hattıydı. Yasin Öztekin, Wesley Sneijder, Bruma ve Lukas
Podolski’den oluşan ve savunma kurgusunda neredeyse hiç rol almayan bir hücum
hattına sahipti Galatasaray. Bu hücum hattının yükünü kendi içinde sorunları
olan merkez orta saha ve stoper tandemi kaldıramadı.
-
Çok eskiye
gitmeye gerek yok ama neydi bu sorunlar?
Galatasaray’ın merkezi orta saha
yapısı 2013-2014 sezonu başında Hamit Altıntop’un sakatlanmasıyla düşüşe geçti.
Felipe Melo ve Selçuk İnan’dan oluşan merkezi yapı, ileride yer alan ve takımın
savunma kurgusunda neredeyse hiç görev almayan Sneijder, Didier Drogba ve Burak
Yılmaz’ı kaldıramadı. Hatırlanmalı ki 2014-2015’te şampiyonluk merkezi orta
sahaya sakatlıktan kurtulan Altıntop’un eklenmesiyle kazanılmıştı. Sonraki
sezonu Galatasaray 6 numarası olmadan geçirdi. Geçen sezon bunun için transfer
edilen Nigel de Jong ise 6 numara için artık çok yetersizdi. Zaten son üç-dört
sezondaki takımla bu yılki Galatasaray arasındaki en temel fark da burada. Bu
sezon 11 futbolcu da yemek hazırlamak için uğraşıyor ortaklaşa. Daha önceki
sezonlarda ise yemek hazırlama görevi sadece birkaç futbolcunun üzerindeydi;
diğerleri sofra başında hazırlanan yemeğin kendilerine servis edilmesini
bekliyorlardı. Yemek gelmeyince de insanlar sofrada hazır yemek bekleyenlere
değil, mutfaktakilere kızıyordu. Ki geçen sezon mutfaktaki oyunculardan birisi
de Ciğerci’ydi. Bu sezon Galatasaray’da 11 futbolcunun da iştahlı biçimde
çalışması herkesin yeteneklerinden optimum seviyede yararlanılmasının önünü
açtı.
-
Burada
Tolgamaniadan söz edelim biraz. Nasıl oldu bu? Ciğerci mi büyük bir aşama kat
etti, yoksa bazı yetenekleri yeni mi keşfedildi?
Ciğerci’ye baktığımız zaman temelde
üç önemli meziyete sahip olduğunu görüyoruz. İlki futbolu koşarak oynaması;
enerjisi ve temposu yüksek bir oyuncu Ciğerci. İkincisi, dikine oynamaya
çalışması. Topla mesafe pek kat edemese de Ciğerci dikine veya çapraz, uzun
menzilli ve rakibi oyundan düşürebilen paslar verebilen bir oyuncu. Yani bir
hamlede dengeyi değiştirebiliyor. Üçüncüsü de futbolun esasının biraz da boş
koşu yapmak olduğunu bilerek oynaması. Geçen sezon Ciğerci’nin en temel sorunu
pozisyonunun ne olduğunun tam belli olmamasıydı. Geçen yıl çoğu maçta 6 numara
oynadı, ama rakibe değil de topa odaklandığı için çok hata yaptı; bu pozisyonda
başarılı olamadı. Sadece 6 değil, 8 numara için de pek uygun bir profil çizememişti
Ciğerci. Çünkü bırakalım golü, asist, kilit pas üretiminde bile oldukça
gerideydi. Ama daha önce konuştuk; bunun temel nedeni geçen sezonki kadronun
yapısal sorunlar içermesiydi. Bu sezonki en önemli fark şu. Tudor Fernando
hariç tüm merkez ve hücum oyuncularından geçiş oyunlarında ileriye doğru hızlı
koşular yapmasını istiyor. Dolayısıyla bu pozisyonlarda doğru yere boş koşu
yapabilen Ciğerci sürpriz golcü olarak rakip ceza sahasına giriyor ve topla
buluşuyor. Gerçekte bitiriciliği iyi olmamasına rağmen marke edilemeden gol
vuruşu yapabileceği noktalara sokulabildi bu sezon Ciğerci; goller de böyle
geldi.
Bu boş koşu yapmanın futbolda ne
kadar önemli olduğu, Ciğerci gibi Almanya altyapısının ürünü olan Uğur
Tütüneker’den öğrenmişti Türkiye. Bayern München altyapısından 1986-1987
sezonunda Galatasaray’a gelen Tütüneker, bitirişi de iyi olduğu için o sezon
takımın santrforu olan Mirsad Kovačević’ten bile daha fazla gol atmıştı. Şimdi
yaklaşık 30 yıl sonra aynı şeyi Ciğerci yapıyor.
Ciğerci’yle ilgili son ve belki de fotoğrafı
en iyi veren şey: Ciğerci Sivasspor maçının 11’inci dakikasında rakip kale
önünde golü kaçırdığı noktaya gelene kadar toplam 98 metre mesafe kat etti. Bu
98 metre boyunca üç şey yaptı Ciğerci. Önce çapraz koşu yaparak ve biraz
oyalanarak Fernando Muslera’nın kendisine top atmasını bekledi. Top gelince 15
metre kadar topla ilerledi. Sonra da Garry Rodrigues’e pas atarak koşusunu
devam ettirdi. Ciğerci tüm bu birleşik hareketleri yaparken 98 metreyi 13
saniyede geçti. 100 metre dünya rekorunun 9.58 saniye olduğunu ve gerçekte bir
sprint gibi koşma özelliğine sahip olmadığını düşünürsek Ciğerci’nin ne derece büyük
bir iş çıkardığını daha iyi anlarız. Tolgamaniaya bu da dahil edilmeli.
-
Tudor’un
Ciğerci’den sahte sol kanat oyuncusu koşuları yapmak istemesi taktisyenliğinin
tek örneği mi?
Elbette değil. Geriden başlayacak
olursak Fernando’yu yerine göre sarkık libero, yerine göre ön libero, yerine
göre de oyun kurucu olarak kullanması. Yine Fernando’yu stoperlerin arasına
sokarak özellikle Maicon’u (Pereira Roque) geriden oyun kurucu olarak
oynatması. Ki rakip takımların Fernando’nun oyun kurmasını önlemek adına baskı
yapması durumunda iyi ve ciddi bir B planı olarak işlev görüyor Maicon’un
Galatasaray hücumlarına aktif biçimde katılması. Daha önce bahsedildiği gibi
rakibe hükmetmek için merkez orta sahayı dört futbolcuyla tutması. Atak
sırasında topun kaptırılması durumunda rakibe sağlıklı biçimde pres
yapılabilecek sayısal yeterliliğe sahip olunması için futbolculardan ileri koşu
yapmasını istemesi; bunlar hep Tudor’un taktisyenliğinin örneklerini
oluşturuyor.
Keza transfer edildiği takımda santrfor
arkasında 10 numara oynayan Badou’yu Galatasaray’da 8 numara, yani tüm sahayı kullanan
merkez orta saha oyuncusu olarak kullanması da önemli bir taktisyen hamlesi.
-
Takımın
pres yapmasının taktik amacı ne?
Şimdi spor yazarlarının çoğuna ve
Galatasaray taraftarına sorsak “takım niçin pres yapıyor” diye şu yanıtı
vereceklerdir: “Topu yeniden kazanmak için.” Bu doğru, ama gerçeğin sadece bir
kısmını açıkladığı için yanıltıcı.
Aslında Galatasaray temelde pres değil,
Almanların “gegenpressen” dedikleri “karşı pres” yapıyor. Karşı preste amaç
topu yeniden kazanmak değil. Topun üçüncü bölgede, yani rakip kaleye yakın olan
bölümde kaybedilmesinden sonra rakip takım hücuma çıkarken topu en kısa süre
içinde kazanarak geçiş hücumuyla doğrudan rakip kaleye yönelerek gol atmaktır.
Görüldüğü gibi amaç hücuma çıkarken rakibi en zayıf anında, henüz savunma
pozisyonu oluşmamışken yakalayarak rakip kaleye en kısa sürede gitmek.
İki konuyu üst üste koyunca durum
daha net anlaşılacak. Ne istiyordu Tudor futbolculardan top rakip takım hücum
yaparken kazanıldığında? Tüm merkez orta sahasının (Badou, Belhanda, Ciğerci ve
kısmen Fernando) ve hücum oyuncularının (Gomis ve Rodrigues) öne doğru hızlı
koşu yapmalarını istiyordu. Beklerin de bu koşuları desteklemesini şart koşuyordu.
Burada iki amaç var. İlki hızlı geçiş hücumuyla gol atmak. Bunun en iyi örneği Kayserispor
maçının 37’nci dakikasında Gomis’in attığı gol. Maicon’un Galatasaray yarı
sahasının ortasında rakipten kazanarak Fernando’ya kazandırdığı top tam altı
saniye içinde Kayserispor ceza sahasına koşan Gomis’e postalanmıştı. Bu
pozisyonda kadrajda Galatasaray’dan beş, Kayserispor’dan da kaleci hariç beş
kişi vardı. Antrenmanlarda çalışılmış bir geçiş hücumu golü izledik. Keza aynı
maçta Gomis’in ikinci golüyle, Osmanlıspor maçında Ciğerci’nin attığı gol de
geçiş hücumu golleriydi. Ciğerci’nin Osmanlıspor’a attığı golde topun Galatasaray
yarı sahasında Maicon tarafından kazanılmasının ardından sadece üç pasla rakip
ceza sahasında gol atacak oyuncuyla buluşturuldu top.
-
İkinci
amaç ne?
Tudor’un hızlı hücumlarda neredeyse
tüm takımın ileriye doğru hızlı koşu yapmasını istemesinin ikinci amacı, topun
yeniden kaybedilmesi durumunda bile rakip yarı sahasında sayısal yeterliliğe
sahip olunduğu için en kısa sürede karşı presi başlatmak. Yani temel amaç yine
aynı kalıyor; rakibi hazırlıksız yakalayarak gole ulaşmak. Buradaki kilit
kavram sayısal yeterlilik. Çünkü bir-iki oyuncuyla karşı pres yapılmaz. Topun
olduğu bölgede rakibin pas yapabileceği tüm koridorların kapatılması gerekiyor
karşı preste, ki top yeniden kazanılabilsin. Bu da topun olduğu bölgede sayısal
yeterliliğin sağlanmasını gerektiriyor. Dolayısıyla Galatasaraylı oyuncular,
karşı pres yapılmasını mümkün kılacak sayısal yeterliliği sağlamak için takım
halinde ileriye koşuyorlar.
Bu çerçevede Terim yönetimindeki 1996-2000
ve 2011-2012 takımlarının yaptığı presle, Tudor’un Galatasaray’ının yaptığı
presin ayrıştığını söylemek doğru olacak. Terim’in takımları rakibi ezmek, kaos
çıkarmak ve karşı takımı kendi ceza sahasına sıkıştırmak amaçlı pres yapardı. Nitekim
2012’de deplasmanda oynanan Fenerbahçe maçında Emre Belözoğlu’na “bittik biz,
bittik beyler” dedirten bu presti. Tudor’un takımı ise başka bir strateji
güderek pres yapıyor. Daha da doğrusu gerçekte pres yapmıyor, karşı pres
yapıyor. Bunlar farklı şeyler.
-
Tüm bu
taktik açılımları üst üste koyunca Tudor’un bazı yeniliklerle rakiplerini
şaşırttığını söyleyebilir miyiz?
Tudor oyuna bakış açısı itibariyle
fazla kurcalanmamış bir futbol figürü izlenimi veriyor. Bugüne kadar maalesef
Tudor’un oyuna bakış açısını net biçimde ortaya koyan güzel bir futbol
söyleşisi ve yazısı okuyamadık. Oysa Galatasaray’ın oynadığı futbola bakınca Tudor’un
modern futbolu yakından takip eden birisi olduğunu görüyoruz. Nereden biliyoruz
bunu? Tercihlerinden. Her şeyden önce futbola statik bakan birisi değil Tudor,
dinamik bakıyor. Herkes Sneijder, Anderson Talisca, Guilano de Paula, José
Ernesto Sosa gibi klasik 10 numara ararken, Tudor 8 numara da oynayabilen bir
10 numara, Belhanda’yı tercih etti. Badou örneği ise tam tersi; 10 numara
oynayan bir futbolcuyu 8 numaraya çekti. Fernando’yu hem 3 (stoper), hem 6
(defansif orta saha), hem de 8 numara gibi oynatması da onun dinamik bakış
açısının ürünü.
Ancak Tudor’un üzerinde pek
konuşulmayan taktisyen bir yönü daha var. O da hücum aksiyonlarında ana eksen
olarak “half-space”leri (yarı uzayları) kullanması.
-
Burada
galiba geometrinin alanına girdik?
Evet. “Half-space” Türkçeye “yarı uzay”
olarak tercüme edilen bir geometri deyimi. Almancası ise “Halbraum”, zaten bu
deyimi geometriden futbola sokanlar da Almanlar. Kabaca şöyle: Bir futbol
sahasını dikine beş eşit parçaya bölelim; taç çizgisine yakın olanları “kanat”,
en ortadakini ise “merkez” diye adlandıralım. Kanatla merkez arasında kalan iki
bölgeyi de “yarı uzay” diye adlandırıyor Almanlar. Modern futbolda, Jürgen
Klopp, Pep Guardiola, Antonio Conte, Maurizo Sarri gibi önemli teknik
direktörler takımlarının ataklarının hem kanat, hem de merkez alanlarıyla pas etkileşimine
imkân veren yarı uzay ekseni üzerinde gelişmesine önem veriyorlar. Tudor da
onların izinde.
-
Galatasaray
nasıl kullanıyor bu alanı?
Galatasaray’ın duran top sayesinde
kazandığı iki gol dışında, neredeyse attığı tüm goller yarı uzay ekseni
üzerinde gelişti. Sırasıyla sayalım. Kayserispor maçında Garry Rodrigues sağ
yarı uzay ekseni üzerindeyken sıfıra inip Ciğerci’ye asist yaptı. Aynı maçın
ikinci golünde Mariano (Mariano Ferreira Filho) sağ yarı uzay eksenindeyken
merkeze, Gomis’e aktardı topu; o da Belhanda’ya. Üçüncü golde Belhanda sol yarı
uzay eksenindeyken yine aynı bölgedeki Gomis’e aktardı topu. Dördüncü golde
Martin Linnes sol yarı uzay bölgesindeyken, sağ yarı uzay alanındaki Gomis’in
önüne top attı.
Geçiyoruz Osmanlıspor maçına:
İkinci golde Rodrigues yine sağ yarı uzay ekseninde sıfıra inerek Gomis’e asist
yaptı. Üçüncü golde Mariano sağ yarı uzay bölgesinde hareketlenen Ciğerci’yle
buluşturdu topu. Son Sivasspor maçında Ciğerci’nin attığı ikinci golde Linnes
sol yarı uzay bölgesindeyken merkeze çıkardı topu. Demek oluyor ki Galatasaray
ikisi korner birisi penaltı olmak üzere duran top dışında bulduğu bütün golleri
yarı uzay bölgelerinde pişirdi.
Burada önemli olan şu. Tudor bütün
futbolcuların beyninde yarı uzay eksenini kullanmayı bir refleks haline
getirmek istiyor. Bunun tek nedeni yarı uzay ekseninin merkez ve kanat
alanlarıyla rahatça pas etkileşimine açık olması değil. Önemli bir neden daha
var. Yarı uzay ekseni üzerinden gelişen hücum rakip defansın koruması gereken
alanı metrekare cinsinden genişletiyor. Yani rakip defans oyuncuları arasındaki
mesafeleri (spacing) artırarak savunma yapmalarını zorlaştırıyor.
Oysa bilindiği gibi futbolda rakip kaleye
gitmenin en kısa yolu merkez bölgesini kullanmak. Buna karşın merkez bölgesini
savunmak bütün takımlar için daha kolay. Çünkü hem savunma oyuncuları
arasındaki mesafeler daha kısa, hem de merkezi savunan oyuncusu sayısı daha
fazla. Yani merkez hattı oldukça kalabalık bir bölge. Bu da hücumda yarı uzay ekseninin
tercih edilmesine yol açıyor.
Bugün kontrol futbolu oynarken
rakibi eksilten dikine paslarla tempoyu bir anda artırmayı ve çok sayıda
futbolcuyla özellikle sol yarı uzay ekseni üzerinden hızla rakip kaleye
yönelmeyi dünyada en iyi yapan takımlardan birisi Sarri’nin Napoli’si.
Galatasaray halen bu standardın oldukça altında. Ama Sivasspor’a karşı kontrol
futbolu oynarken birden tempo artırarak yarı uzay ekseninde pişirilen ikinci
gol Galatasaray’ın bu konuda çalıştığını da bizlere gösteriyor.
-
Karşı pres
ve yarı uzay. Tudor sanki şu an yaşayan futbol ustalarının izinden gidiyor?
Kesinlikle. Tudor bir sistem
insanı. Oyuna bir bütün olarak bakıyor. Onu farklı kılan modern futbolu takip
etmesi, modern futbolun ilkelerini uygulamaya çalışması değil. Başka bir
şekilde söyleyecek olursak, o senaryoyu oyuncularına verip onlardan
karakterleri içselleştirmelerini isteyen bir yönetmen değil. Tudor her sahne,
her sekans için neredeyse bıktırıcı provalar yaptıktan sonra “aksiyon” diyerek
çekime geçen bir yönetmen. Basın mensuplarının antrenmanlarını izlemesinden
hoşlanmamasının temel nedeni de bu olabilir. Çünkü o maçları aslında sahada
değil, antrenmanlarda kazanıyor. Ve oynanacak olan maçın tüm oyun setlerinin
çalışıldığı antrenman sahası onun için mahrem bir bölge. Zira bütün sırlar
orada.
Bu çerçevede, maçın beş saniyelik
akışı için dakikalarca, hatta saatlerce süren antrenmanlar yaptırması bakımından
Tudor’u Željko Obradović’e benzetebiliriz. Bugün için milliyetleri çok farklı,
ama nihayetinde hem Tudor, hem Obradović, ikisi de Yugoslavya ekolünden
geliyor. Keza Galatasaray kadın basketbol takımı koçu Marina Maljković de aynı
ekolden. 1960’ların sonunda Eskişehirspor efsanesini yaratan merhum Abdullah
Gegić de aynı ekolden böyle bir hocaydı. Bu ekol ilk başta ve her şeyden önce
çalışmaya inanır. Yetenek daha sonra gelir.
-
Belki
buradan bir patikaya saparak Gomis’e geçebiliriz. Antrenmanlarla yetinmeyen
Gomis’in evinde mini bir spor merkezi kurarak burada da çalışmaya devam ettiği
görülüyor.
Geçen söyleşide söz etmiştik. Gomis
aldığı parayı hak etmeyi isteyen bir ahlaka sahip. Bilindiği gibi Gomis 32
yaşında. Bu yaştaki futbolcular daha genç olanlara göre daha geç form tutarlar.
Ancak Gomis lige hazır başlamak için ekstra antrenmanlar yaparak iyi bir
başlangıç yaptı. İlerleyen dönemde formunu ve ritmini daha da artıracağını
öngörebiliriz.
Diğer taraftan Gomis, biraz önce
konuştuğumuz rakibin savunma uzayını metrekare bakımından genişleten de bir
oyuncu. Rakip defans oyuncularını üzerine çekerek kendi takım arkadaşlarına boş
alan yaratıyor Gomis. Bunun en iyi örneğini Osmanlıspor’a atılan üçüncü golde
gördük. Ciğerci rakip ceza sahasının sağ köşesinde topla buluştuğunda Gomis
Osmanlıspor’un 2 numaralı oyuncusunu üzerine çekerek sola doğru açıldı. Böylece
gol vuruşu yapmadan önce Ciğerci’nin önünde sadece bir rakip futbolcu kalmış
oldu. Aslında Gomis’in yaptığını diğer Galatasaraylı futbolcular da
uyguluyorlar. Bu da antrenmanlarda sistemli çalışıldığını gösteriyor bize.
-
Antrenman
çalışmalarının sahaya yansıdığı başka örnekler var mı?
Çok var. Ama sonuçlarını hemen iki
hafta içinde bariz biçimde gördüğümüz önemli bir gelişme yaşadı Galatasaray.
Birinci hafta kornerden gol yiyen Galatasaray iki hafta içinde bu sorunu
hallettiği, her maçta korner golü atan bir takıma evrildi. Bu da gösteriyor ki,
Galatasaray konu odaklı çalışıyor. Hem de iyi çalışıyor. Ayrıca dikkatli gözler
fark etmiş olmalı; Galatasaray’ın birden fazla korner seti var. Rakip bunları hemen
çözemesin diye üst üste kazanılan kornerlerde farklı setleri uyguluyorlar.
Bu çalışmaların yansıması olarak korner
karşılarken artık ön direği daha iyi korumaya başladı Galatasaray. Çok fark
edilmemiştir; son Sivasspor karşılaşmasında rakibin attığı beş kornerden
dördünü ön direkte kafayla uzaklaştıran futbolcu Belhanda’dı. Boyu 1.77 metre
olan Belhanda.
-
Burada
belki Belhanda’ya bir parantez açmak gerekiyor.
Belhanda için ruhunun yurdunu
arayan bir göçebe diyebiliriz. Fransa doğumlu, Fransa altyapısı ürünü bir
Faslı. Monpellier HSC’yle 2011-12 sezonunda Fransa Ligue 1 şampiyonluğunu
kazandığında 12 gol, 6 asistle takımın en önemli parçalarından birisi olmuştu.
Bir yıl sonra Dinamo Kiev’e transfer oldu. Bu transferi kariyer hayatı için
negatif bir kırılma olarak görmek mümkün. Çünkü tempolu bir ligden kısmen temposuz
futbol oynanan bir ülkeye geçiş yapmış oldu. Daha sonra Schalke 04’te kısa süre
kiralık olarak oynadı. Geçen yılı ise yine kiralık olarak Nice’te geçirdi. Belhanda’nın
Galatasaray’a transferini lig olarak değil de takım olarak, tekrar tempolu bir oyuna
dönüş yapması olarak okumalıyız Tudor üzerinden. Şimdi tempo olarak ciddi
hedefleri olan bir takımda. Soru şu, göçebe ruhu Galatasaray’da sakinleşecek
mi? Burayı benimseyecek mi?
Eğer fizik ve moral açıdan uyum
sürecini en kısa sürede atlatırsa Galatasaray Belhanda’nın kariyer kulübü
olabilir, vaktinde Gheorghe Hagi’nin olduğu gibi. Elbette aynı şey Galatasaray’ın
diğer Magripli oyuncusu Feghouli için de geçerli.
Futboluna gelecek olursak bizi
ilgilendiren üç konu var. İlki Belhanda futbola defansta başlamış birisi. Daha
sonra genç takımda defansif orta saha olarak oynamış. Ona santrfor arkasında
görev veren isim ise Montpellier’ye tarihindeki ilk ve tek şampiyonluğu
kazandıran René Girard. Montpellier’nin kazandığı şampiyonluk sezonunda
geleceğin 10 numarası yakıştırması yapılıyordu Belhanda için. Özetle
liberoluktan 10 numaraya uzanan bir kariyer öyküsü. Bu da Belhanda’nın oyunun
iki yönünü de oynayabilen bir futbolcu olduğunu gösteriyor bize. Bu sayede
korner karşılarken üstlendiği rolü ve ikili mücadelelerdeki üstünlüğünü şimdi
daha iyi anlayabiliriz.
-
İkinci
konu?
Bu Belhanda’nın fizik kalitesiyle
ilgili. Yarım sezonluk Schalke 04 ve bir sezonluk Nice macerasını çıkarırsak
Belhanda 2013’ten bu yana temposuz bir ligde mücadele etti. Yeniden tempo
kazanması ve fizik kalitesini yukarıya çekebilmesi için Tudor’un bitip
tükenmeyen çalışmalarına çok ihtiyacı var. Bu da bugünden yarına olabilecek bir
şey değil. Eğer 30 yaşında olsaydı Montpellier günlerine geri dönüşü çok mümkün
değildi; hatta imkânsızdı diyebilirdik. Ama Belhanda henüz 27 yaşında. Düzenli
çalışınca eskisinden bile daha kuvvetli olması mümkün.
Buradan şu konuya geçebiliriz.
Belhanda saha içinde top için mücadele eden bir oyuncu, ama aynı zamanda bir balet
de büyütüyor içinde. Topla ilişkisi oldukça estetik. Tudor’un düzenli
antrenmanları sayesinde fizik kalitesi arttıkça içindeki baleti daha çok ve
daha istikrarlı şekilde sahada koşturacak. Bu günleri görmeyi ümit ediyoruz.
-
Şu an
sahada nasıl bir Belhanda izliyoruz?
Futbol izleyicisinin gözü ve beyni,
futbolcu ve teknik direktörlere göre farklı evrimleşti. Bu farklı evrimleşmenin
nedeni vizyon; yani bakış açısıdır. Futbolcu ve teknik direktör sahanın içinden
gelir. Vizyonu, yani gördüğü tek şey uçsuz bucaksız bir yeşillik içinde formalı
insanlardır. Uzaktaki takım arkadaşını ilk planda formasından ayırt eder. İzleyici
ise TV ve tribünler üzerinden sahayı tepeden gören bir konumdadır. Sahaya
yukarıdan bakan ama temelde top kimin ayağındaysa ona odaklanan bir vizyona
sahip bu nedenle. Bu nedenle kim asist yaptı, golü kim attı, kim topu çizgiden
çıkardı ve o hatayı kim yaptı türü sorular meşgul eder onu. Beyni ve sahaya
bakan gözleri böyle evrimleşmiştir çünkü.
Bu bakış açısı üzerinden
Belhanda’ya gelecek olursak. Ortalama seyircinin gördüğü Belhanda’yla Tudor’un ve
takım arkadaşlarının gördüğü Belhanda arasında önemli bir fark var. Tudor
mesela Belhanda’nın kornerlerde kendisine verdiği görevi yapıp yapmadığına
bakar. Takım presine ne ölçüde katıldığını gözlemler. Galatasaray hücuma
kalktığında Fernando, Badou ya da Ciğerci’den dikine pas alabilmek için yarı uzay
eksenlerine doğru hareketlenip hareketlenmediğini izler. Antrenmanlardaki
setleri uygulayıp uygulamadığıyla ilgilidir. Belhanda’nın maç sonunda
istatistik kâğıdındaki bütün kategorileri doldurup doldurmadığına bakar Tudor.
Belhanda’nın futbolunu bir ölçüde
Guardiola’nın şu cümlesi üzerinden de okuyabiliriz: “Satrançta piyonları öne
sürerek kazanamazsın sözünü duyduktan sonra yetenekli oyuncuları çizgiye değil,
yarı uzaylara koydum.” Gerçekten de Tudor’un bu sözü doğrularcasına Belhanda’yı
ağırlıklı olarak yarı uzay koridorlarında oynattığını gözlemliyoruz. Bunun iki
uygulamasına şahit oluyoruz maçlarda. Kontrol oyununda top merkezde Badou ve
Ciğerci’deyken Belhanda onlardan dikine pas alabilmek için bir tilki gibi yarı uzay
eksenlerinde gezinip duruyor. Uygun açı bulununca da pası alıyor. Bu, şundan
önemli. Belhanda sırtı rakibe dönükken kolayca 180 derece dönerek topla rakip
kaleye doğru hareketlenebilen bir oyuncu. İkinci uygulamayı ise geçiş
hücumlarında görüyoruz. Belhanda geçiş hücumlarında da yine yarı uzay eksenlerinde
ileri hareketlenerek topla buluşturuluyor. Nitekim Kayserispor’a atılan üçüncü,
Sivasspor’a atılan ikinci gol Belhanda’nın sol yarı uzay bölgesinde topu
aldıktan sonra attığı paslar üzerinden gelişti.
-
Maç başı
istatistikleri nasıl Belhanda’nın?
Oldukça doyurucu. Defansif
istatistiklerine baktığımızda Belhanda’nın, maç başına 1.7 top çalmayla
Galatasaray’ın en iyi beşinci futbolcusu olduğunu görüyoruz. Belhanda bu
kategoride takımın stoperleri olan Maicon ve Serdar Aziz’den, ki her ikisi de
maç başına 1.3 top çalıyorlar, daha önde. Bu alanda takımın lideri ise maç
başına 4.7 top çalmayla Fernando. Onu 3.3 top çalmayla Ciğerci, 2.7 top
çalmayla da Mariano ve Badou takip ediyor. Top kesmede ise maç başına 1 topla
yine takımın en iyi beşinci oyuncusu durumunda Belhanda, Fernando ve
Mariano’yla birlikte. Takımın lideri Serdar Aziz bu kategoride 2.3 top
kesmeyle. Martin Linnes maç başına 1.7, Maicon ve Badou ise 1.3 top kesme
istatistiğine sahip. Top uzaklaştırmada ise Belhanda takımın en iyi dördüncü ismi
maç başı ortalama 1.3’le. Bu kategoride Maicon 6.7, Serdar Aziz 5.3, Fernando ise
3 top uzaklaştırıyor her maçta. Galatasaray’ın 10 numarası olarak Belhanda’nın
savunma istatistiklerinde ilk beşte yer alması oldukça değerli. Ama tabii maçta
bu pek belli olmuyor.
Gelelim hücum istatistiklerine.
Belhanda kilit pasta maç başına 1.3’le takımın en iyi ikinci ismi Martin
Linnes’le birlikte. Galatasaray’ın bu alandaki en iyisi ise maç başına 1.7’yle
Mariano. Adam geçmede de Belhanda maç başına 1.7’yle takımın yine en iyi ikinci
futbolcusu. Birinci ise 3.7’yle Badou. Rodrigues’in bu kategoride maç başı 1’le
en iyi üçüncü isim olduğunu eklemek gerek. Belhanda’nın bu hücum istatistiklerini
üç maçta attığı bir gol ve bir asisti süslüyor.
Şunun farkına varmak gerekiyor. Belhanda
takımdaki en potansiyelli futbolcu konumunda. Yetenek ve yaratıcılık anlamında
oldukça yüksek bir kapasiteye sahip. Bazılarına imkânsız gelebilir; ama temposunu,
fizik kalitesini ve takımla uyumunu arttırdıkça Galatasaray’ı tek başına bir
seviye yukarıya taşıyabilecek bir futbolcu Belhanda. Çünkü en beklenmedik anda
en beklenmedik şeyleri yapabilecek bir kapasiteye sahip yaratıcılık anlamında.
Esasında lige fena olmayan bir başlangıç yaptı. Ritmi giderek artacaktır. Ancak
Galatasaray futbol şubesi bu potansiyelin gerçeğe dönüşmesi, Belhanda’nın
içindeki baletin ortaya çıkması için özel çaba göstermeli.
-
Galatasaray
bir sistem takımı mı? Şu açıdan; Galatasaray oyununu Fernando, Badou, Gomis,
Ciğerci, Maicon, Marinho gibi oyuncuların normal üstü gayretine mi borçlu? Bunlardan
birisi olmazsa sistem sanki çalışmaz gibi yorumlar yapılıyor.
Galatasaray bir sistem takımı, bu sistemi
de Tudor yarattı. Bunu yaratırken elbette futbolcuların özelliklerini sisteme ekledi.
Örneğin Fernando’ya 4-1-4-1’in en önemli görevini verirken, onun sakinliğini,
ayağının iyi oluşunu, defansif yeteneklerini ve oyun görüşünü de sisteme
entegre etti.
Tersinden düşünelim Guardiola
döneminde Barcelona, Lionel Messi, Andrés Iniesta ve Xavi gibi yıldızlara sahip
olduğu için sistem takımı sayılmıyor muydu? Aksine, gezegen dışı olduğu söylenen
Messi’nin varlığına rağmen sonuna kadar bir sistem takımıydı Barcelona. 2009 ve
2011’de UEFA Şampiyonlar Ligi’ni o sistem takımı kazandı. Galatasaray da
Fernando’suyla, Badou’suyla, Belhanda’sıyla, Gomis’iyle, Maicon’uyla,
Ciğerci’siyle, Linnes’iyle, 11 futbolcusuyla bir sistem takımı.
Burada şunu ayırt etmek lazım.
Fernando’nun yaptığı işleri birinci sınıf gösteren Tudor’un sistemi. Ya da
şöyle soralım. Hemen önünde her rakip atağında baskı yapan, top almak için
kendisini gösteren Badou, Belhanda ve Ciğerci üçlüsü olmasa Fernando bu kadar
etkili olabilir miydi? Biz maalesef sistemler değil, bir çırpıda mitleştirilen
futbolcular üzerinden okumaya çalışıyoruz oyunu.
Burası, “o Barcelona’yı, o Real
Madrid’i herkes şampiyon yapar” klişesinin ülkesi. Ama konu Galatasaray ve
Tudor’a gelince klişe şuna dönüşmüştü ilk maçtan önce: “Bu yıldızları Tudor
gibi bir acemi yönetemez.”
-
Buradan
rotasyona geçebiliriz. Kafalarda Fernando veya Gomis sakatlansa, ya da Badou
ceza alsa onların yerleri nasıl dolacak sorusu var.
Sivasspor maçında Eren Derdiyok’un
girmesinden sonra şunu gördük. Az süre oynasa da en önde karşı prese katıldı
Derdiyok. Hemen hemen sekiz dakika içinde iki top çaldı rakipten. Buradan
hareketle Tudor’un Galatasaray’ında belirli pozisyonlarda oynayan futbolcuların
neler yapması gerektiği çok açık. O pozisyonda oynayan futbolcular üzerlerine
düşen bu görevleri yerine getirmeye çalışıyor. Aslında şunu demeye çalışıyoruz.
Galatasaray Gomis istiyor diye karşı pres yapmıyor. Gomis Tudor’un futbol
felsefesi doğrultusunda karşı prese katılıyor. Dolayısıyla görevde bir fark
oluşmuyor Gomis yerine Derdiyok girince. Fark sadece yetenekte ortaya çıkıyor.
Buradan rotasyona geçebiliriz. İlk
akla gelen Fernando’nun yerini hangi oyuncu dolduracak sorusu. Sorunun yanıtını
Herta Berlin’le yapılan hazırlık maçında bulabiliriz büyük ölçüde. Bu maçta
orta sahanın arkasındaki sarkık libero pozisyonunda Selçuk İnan’ı görmüştük
maçın başında. Maçın ilk yarısının üçüncü diliminde İnan sakatlanınca yerine
Koray Günter geçmişti. İkinci yarı başında ise Fernando geçti o pozisyona.
Demek ki Tudor’un kafasındaki isimler bunlar. İnan oynadığı bölümde üç kritik
topa müdahale etmişti. Yani itfaiyecilikte başarılıydı. Günter ise derine dik
attığı paslarla dikkat çekmişti. Bu pozisyon özellikle fizik açısından stoperlik
yeteneği de içerdiği için Günter’i Fernando’nun rotasyonunda görürsek
şaşırmamalıyız. Benzer biçimde Jason Denayer’i de orada görebiliriz. Peki
başarılı olurlar mı? Önünde her top için mücadele eden, pas isteyen üçlü orta
saha kurgusu olduğu sürece her ikisi de o görevi yapabilir Fernando’nun
yokluğunda.
Şöyle düşünmekte fayda var. Takıma
Asamoah’ın eklenmesi durumunda Fernando, Badou, Belhanda, Ciğerci, Asamoah,
İnan ve gerekirse Günter, Denayer, hatta Feghouli rotasyonuyla Galatasaray’ın
merkez orta sahası lig için yeterli olacaktır.
-
Biraz da
sorunlara geçelim. Galatasaray’ın zaafları yok mu?
Elbette var. Çok var hem de. Ama en
belirgin olarak şu dördünü sıralayabiliriz. Birinci sorun, takımın kalitesiz
karşı pres yapması. İkincisi kolektif uyumsuzluk. Üçüncüsü rakip yarı sahada
oynamayı becerememek. Sonuncusu ise formasyon repertuarının fakir olması.
Biraz açacak olursak.
Galatasaray’ın yaptığı karşı presin iki temel sorunu var. İlki futbolcu
kaymalarını düzenli biçimde yapamaması. Bu şimdilik büyük sorun çıkarmadı, ama
ayağa pas yapan kaliteli takımların bu saha içi düzensizlikten faydalanarak
Galatasaray’ın karşı presini kıracaklarını öngörebiliriz. Bu da Galatasaray’ı savunma
sorunuyla karşı karşıya getirecektir. Karşı presteki ikinci temel sorun ise
faul ve taç gibi nedenlerle oyunun sık sık durması. Topun yeniden Galatasaray’a
kazandırılması açısından bu yeterli görülebilir, ama asıl amacın üçüncü bölgede
topu kaptıktan sonra hemen rakip kaleye gitmek olduğu unutulmamalı. Zaten
bugüne kadar bir karşı pres golü izlemememiz pres kalitesinin yetersiz olduğunu
düşündürtüyor.
İkinci temel soruna gelince.
Galatasaray’da kolektif uyum önemli bir problem oluşturuyor. Bu sorunun iki
yansıması var; ilki pas alışverişinde basit hatalar yapabiliyor Galatasaray.
Özellikle Belhanda ve Badou’da görüyoruz bunu. Bunun temel nedeni futbolcuların
daha birbirlerini tanımamaları. Kolektif uyumsuzluğun bir diğer yansıması ise
herkesin ilk 11’e girme veya sahada kalma telaşıyla egoist bir karaktere
bürünmesi. Bunu söyleyince herkesin aklına Yasin Öztekin’in Sivasspor maçının
son anlarında pas vermek yerine kaleyi vurmayı tercih etmesi gelir. Evet bu da
bir örnek, ama daha başka örnekler de var. Mesala Ciğerci’nin Sivasspor’a
attığı ikinci gol. Hazırlanış bakımından bugüne kadar Galatasaray’ın attığı en
iyi goldü. Üst üste yapılan 12 pas sonrasında geldi. Ama Ciğerci’nin normalde o
vuruşu yapmak yerine kendi sağındaki Rodrigues’e topu aktarması futbol adına
daha doğru olacaktı. Çünkü bilindiği gibi her ekstra pas rakip defansın
dengesini daha da bozar.
Herkesin gol atma çabasına
girmesini oynanan oyunun iştahlı olmasına bağlayabiliriz, ama kolektif
olgunluğu ihmal ederek kişisel maceralar aramak en kritik maçlarda puan kayıplarına
yol açacaktır. Bundan kaçınmak gerek.
-
Rakip yarı
sahasında oynamakta nasıl zorluk çekiyor Galatasaray?
Galatasaray Önder Özen’in de
belirttiği gibi gel-git oyunu oynuyor. Kendi sahasında, ya da deplasmanda rakip
takımın yarı sahasına yerleşip onu en geriye yaslayarak baskılı bir futbol oynayamıyor
henüz. Şampiyonluğa oynayan takımların zaman içinde mutlaka bu futbola
evrilmeleri gerekir. Gel-git oyunuyla da maç kazanılır, ama bu oyunla şampiyonluğu
kazanmak kolay değil. Burada aslında Galatasaray’ın oyun yapısı böyle bir şeyi
öngörüyor mu sorusu önemli. Ya da şöyle soralım: Galatasaray rakibi kendi ceza
sahasına hapsedemediği için mi gel-git futbolu oynuyor? Kısmen. Rakibi kendi
sahasından çıkartmayan şekilde futbol oynamak için hem saha içi parselasyonun
iyileştirilmesi gerekiyor, hem de pas hızının rakibin hamlelerini boşa
çıkaracak şekilde yüksek olması lazım. Galatasaray henüz bunun uzağında.
-
Son soruna
gelince; taktik formasyon bakımından repertuarın fakir olması.
Galatasaray gibi takımların saha
içinde önemli bir sorunla karşılaşıldığı zaman bu problemi taktik hamlelerle
çözmesi beklenir. Rakibi şaşırtan en önemli taktik hamle ise maç içinde formasyon
değiştirmektir. Örneğin maç içinde 4-1-4-1’den 3-4-3’e geçmek rakibin kısa
sürede hemen çözüm üretebileceği bir değişiklik değildir. Ya da 4-4-2’ye. Sendeletir
rakibi.
-
Bu
sorunları aşmak mümkün mü?
Birinci sorun, yani karşı pres
kalitesi zamanla düzelecek bir şey. Öncelikle tüm futbolcuların maç
kondisyonunun birbirine neredeyse denk ve yüksek olması lazım. Galatasaray bu
durumda değil henüz. Özellikle Fernando, Badou ve Feghouli oldukça geri bu
konuda. İkincisi, karşı pres mükemmele yakın bir eşgüdüm gerektiriyor. Bu da fizik
kalitenin ötesinde bıktırıcı antrenmanlarla mümkün. Aslında 1992-1993 sezonu
başında Galatasaray benzer bir sorunla karşılaşmıştı. Neredeyse tüm önemli
maçlarda pres yaparken aşırı faule kaçılması nedeniyle sık sık kırmızı kart
görüyordu takım. O sezon Galatasaray’ın dokuz kişiyle, 10 kişiyle tamamladığı
maçlar hatırlardadır. Dolayısıyla kaliteli karşı pres için Galatasaray’ın
ihtiyaç duyduğu tek şey zaman.
İkinci sorunun çözümü için öncelikle
futbolcuların ilk 11’e girmeleri, ya da ilk 11’de kalmaları için illa gol
atmalarının gerekmediğini zihinlerine yerleştirmeleri gerekiyor. Tudor bir
sistem yaratıyor ve bunun için futbolcuların teknik direktörlerine uygun bir
pist açmaları lazım. Örneğin Gomis’in oyunda kalarak gol sayısını artırmasını
anlayabiliriz. Ama sistemin işlemesi için Gomis’in rotasyonundaki Derdiyok’un
da dakika alması ve Galatasaray’ın aynı futbolu onunla da oynayabilmesi
gerekiyor. Bu nedenle Gomis’in oyundan çıkarken Tudor’a yakınmak yerine
Derdiyok’u yüreklendirmesi daha doğru olacaktı. Takım oyuncusu olmak bunu
gerektirir. Bu sorunun çözümü için Tudor’un da sıfır taviz veren bir
çalıştırıcı rolüne soyunması gerekiyor. Taşların yerine oturmasıyla bu sorun da
zaman içinde çözülmeye doğru ivmelenecektir.
Galatasaray’ın sadece gel-git
değil, başta kontrol futbolu oynamak olmak üzere rakip yarı sahada oynama
kapasitesini, maçın temposunu ayarlama ve kontrol etme yeteneğini artırması
gerekiyor. Bu da bir zaman meselesi.
Bu sorunlar içinde kâğıt üzerinde
çözümü en kolay olan maç içinde taktik formasyon değiştirmek. Çünkü bu yıl
transfer edilen futbolcuların birden fazla pozisyonda oynayabilmelerine de
dikkat edildi. Ancak maç içinde taktik formasyon değiştirmek, çok şeyde olduğu
gibi bu konuda birçok egzersiz yapılmış olmasını gerektiriyor.
Galatasaray’ın yaşadığı sorunlarla
ilgili şu da unutulmamalı. Galatasaray ligin en çok gol atan ve ligin en az gol
yiyen takımı. Demek ki bazı şeyleri çok doğru yapıyor. Üç maçlık periyot da
bize bazı şeyleri gösteriyor: Ligin ilk haftasında Kayserispor maçtan önce Galatasaray’ı
yeterince ciddiye almamıştı. Hatırlanacaktır teknik direktörleri Marius
Şumudicã, “komandolar gibi çıkıp Galatasaray’ı öldürüp geleceklerini”
söylemişti maçtan önce. Ancak maçtan sonra komando olanın Galatasaray olduğunu
itiraf etmek zorunda kalmıştı Şumudicã; “biz oktuk, onlar tüfek.” Kayserispor
ilk maçta kendi futbolunu oynamaya çalıştı, ancak üçüncü golü kalesinde gördüğünde
maçın henüz 38’inci dakikasıydı. İkinci haftadan itibaren Galatasaray’a karşı
önlemler alınmaya başladığını gördük. Hem Osmanlıspor, hem de Sivasspor
Galatasaray’a karşı özel hazırlık yaptılar ve önlem alarak çıktılar maçlarına.
Ama bu önlemler yenilmelerini önleyemedi. Sivasspor başa baş oynadığı izlenimi
veren maç boyunca ciddi tek gol pozisyonu bile üretemedi. Bu şunu gösterdi
bize: Galatasaray, kendisine karşı aşırı önlemler alan takımları birer birer
devirdikçe zaaflarının da üstesinden gelmeye başlamış olacak. Buradan hareketle
ligin ilerleyen haftalarında neredeyse her maç sürekli aşı olan ve zaaflarıyla
sınanan bir Galatasaray izleyeceğimizi söyleyebiliriz. Galatasaray tüm
sorunlarından çalışarak arınmaya gayret edecek.
-
Zaafların
aşılması için iş önünde sonunda çalışmaya geliyor.
Yani Tudor’un en sevdiği şeye. Geçen
sezon hatırlardadır. Galatasaray ligi hep sallantıda götürmüştü. Oysa tek
koridorda yarışıyordu ve Başakşehir dışındaki tüm rakipleri Avrupa’da mücadele
ettiği için ligi en azından ilk ikide tamamlamak için ciddi bir şansı vardı.
Ama ne oldu? Hazırlık kampında takımı çok iyi çalıştıran Alman kondisyoner
Michael Wenzel muhtemelen fazla yorulmaktan pek hoşlanmayan futbolcuların kondisyoneri
Jan Olde Riekerink’e şikâyet etmeleri sonucunda takımdan gönderildi. Galatasaray
haftanın tek gününü çift antrenman yaparak geçirmedi hiçbir zaman. Antrenman
saatleri ve periyodu teknik direktörü yöneten futbolcu grubu tarafından
saptandı. Sonuç biliniyor.
Bu sezon ise çok şey değişti. Geçen
sezon başkanın karşısında soyunma odasında, “20 tane futbolcuyu
gönderemeyeceğinize göre Tudor gidecek” diyenler gönderildi. Sağda solda,
“Tudor’u göndereceğiz” diyenlerin çoğu Galatasaray’da kazandıkları paranın üçte
birini bile alamadıkları kontratlara imza atmak zorunda kaldılar. Para
kazanmayı, çalışmaktan daha çok seven bu futbolcular gitti. Yerlerine
kazandıkları parayı hak etmeye çalışan bir futbolcu grubu geldi. Şimdi bir
futbol felsefesine sahip Galatasaray. Bu felsefe doğrultusunda da düzenli
olarak çalışıyor.
Ancak mesele sadece çalışmak değil.
Burada zaten çalışmayı, Nazilerin Yahudileri aşağılamak için toplama
kamplarının girişine yazdıkları “Arbeit Macht Frei” (Çalışma Özgürleştirir)
ibaresindeki “çalışma” kelimesinin (Arbeit) tam tersi anlamda kullanıyoruz. Tudor’un
Galatasaray’ında çalışma özgür iradeyle seçilen bir eylem. Yoksa şöyle ya da
böyle, geçen sezon Jan Olde Riekerink döneminde de çalışıyordu takım, ama ipler
teknik direktörün elinde değildi. Bu sezon senaryo değişti. Yeniden bir teknik
direktör kulübü haline geldi Galatasaray. Çok çalışıyor, sistemli çalışıyor, sorun
çözme odaklı çalışıyor, sorun olarak görünen konularda iyileştirme sağlamak
amacıyla çalışıyor, bir felsefe doğrultusunda çalışıyor. Florya’nın girişinde
sanki “Çalışmak Vizyon Gerektirir” ibaresi varmışçasına çalışıyor Galatasaray.
Bu Galatasaray’ı Tudor yarattı. Bu
Tudor’un Galatasaray’ı. Ve tam tersi de doğru; bu aynı zamanda Galatasaray’ın
da Tudor’u. Ligin ilk maçında kendisini ıslıklayanların Tudor’u değil.
Daha ileri okuma için:
Ps1: İlk yazıda iki hata oldu.
Galatasaray’da top oynamış Fransız oyuncular listesine Lionel Carole’ü de
eklemek gerekiyordu. İkincisi Garry Rodrigues, Hollanda altyapısına sahip
Afrikalı bir oyuncu. Dolayısıyla bu yazı yayınlandığında Galatasaray’da
Rodrigues dahil toplam beş Afrikalı oyuncu var. Afrika kökenlilerin sayısı ise Denayer’in
de takıma eklenmesiyle takımda üçe yükseldi.
Ps2: Fotoğrafların tamamı www.galatasaray.org sitesinden alınmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder