Galatasaray sezona nasıl bir vizyonla
başladı?
Son
beş yılda alınan kupalar yanıltmasın kimseyi; Galatasaray 2011-2012 sezonundan
bu yana sürekli gerileyen, temel sorunlarıyla yüz yüze gelmekten kaçan bir futbol
yönetimiyle idare edildi. Futbol aklı eksikliğiyle, transferleriyle, mali
disiplinsizliğiyle, hiçbir gelecek planlaması olmayan teknik direktörleriyle ve
tüm bunları organize etmekten uzak yönetimleriyle kaotik bir yapı diyebiliriz.
Uzaktan görüldüğü kadarıyla bu sezon tüm bu sorunlarıyla yüzleşmek amacıyla
yola çıktı Galatasaray. Yeniden yapılanmaya giden bir Galatasaray’dan izler
görüyoruz. Yolun en başında Galatasaray. Bu yeniden yapılanmada ön planda
görülen bir isim var; Johannes Hendrikus Olde Riekerink. Biz de sosyal
medyada olduğu gibi kısaca JOR diyelim ona bundan böyle.
O zaman JOR’la başlayalım. Ama önce
ara bir soru; niçin 2011-2012 sezonuyla başlatıyoruz kıyaslamayı ve neler
geriye gitti?
Dönemi
2011-2012’yle başlatmanın iki nedeni var. İlki, Galatasaray’ın endüstriyel
stadı Türk Telekom Arena 2011’ın Ocak ayında devreye girdi. Bu sayede başta maç
günü gelirleri olmak üzere gelirler radikal olarak arttı, böylece Galatasaray
finansal olarak Fenerbahçe’yle rekabet edebilir hale geldi. Mecidiyeköy’deki
Ali Sami Yen Stadı döneminde finansal olarak Galatasaray’ın Fenerbahçe’yle
rekabet etmesi çok mümkün değildi. Edemedi de zaten. Galatasaray’ın son beş
yılda görünen kupa koleksiyonerliğinin altyapısını Arena’nın devreye girmesi oluşturur.
İkinci
neden; 2011-2012 sezonunda neredeyse yeni bir takım kurulmuştu. Tam 12 yeni
oyuncu transfer edilmişti. O sezon Galatasaray’ın ilk 11’inde bir önceki
sezonun 11’inden sadece Hakan Kadir Balta ve kısmen Milan Baros vardı. İlk
11’deki yedi isim yeni transferdi; devre arasında Necati Ateş’in gelmesiyle ilk
11’deki yeni transfer sayısı sekize çıktı. İki isim de düzenli olarak ilk 11’e
girmeye başlayan Semih Kaya ve Emre Çolak’tı. O sezon Terim lig başlangıcının
ardından çok iyi bir omurga oluşturmayı başardı. Baskılı futbol ve ardışık pasa
dayalı bir futbol felsefesi de vardı bu takımın.
Ancak
bu omurga ve felsefe bir sonraki sezon yavaş yavaş çözülmeye başladı. Bu
değişimi en iyi anlatan örneklerden ikisi 2012-2013 sezonunda zoraki sakatlıklardan
dolayı Johan Elmander’in yerinde Umut Bulut, Tomas Ujfalusi’nin yerinde ise
Dany Nounkeu’nün oynamaya başlamasıdır. Elbette omurgalar ve felsefeler
değişir, değişmelidir de. Ama önemli olan üste koymak. Galatasaray ise hem
omurganın sağlamlığı, hem de oyun felsefesi anlamında 2011’den sonra üste
koymak yerine geriye gitti. Hem de transfere her sezon ciddi paralar
dökülmesine karşın. Daha önce denildiği gibi; alınan kupalar ve elde edilen
başarılar bu gerilemeyi kozmetik olarak örttü ve örtüyor. Bu nedenle şimdi her
anlamda Galatasaray’ın geçmişle yüzleşmesi gerekiyor.
JOR’a dönelim, biraz sürpriz oldu
galiba takımın başına getirilmesi…
Evet aslında çok beklenmedik bir seçimdi JOR’un
Galatasaray’ın başına getirilmesi. Çoğu insan, “başka teknik direktör
bulamadılar ondan dolayı JOR’u getirdiler” diye düşünebilirler. Bu doğru
olabilir, ama yine de biraz tartışmalı. Şundan tartışmalı; her şeye rağmen Galatasaray
uluslararası futbol pazarında Türkiye’nin en iyi bilinen ve prestijli markası.
Bu nedenle de Galatasaray’ı çalıştırmak isteyen çok sayıda yabancı teknik
direktör var yurtdışında. Bunların bazıları menajerleri aracılığıyla
“Galatasaray şu teknik direktörü istiyor” türü haberler de çıkartmışlardı
basında. Diğer taraftan, isimli ve kariyerli bir teknik direktörün işbaşına
getirilmesi durumunda yönetimin kredisi de yükselecekti büyük ölçüde. Tıpkı
Michael Skibbe ve Bülent Korkmaz’dan sonra takımın başına UEFA Şampiyonlar Ligi
unvanlı Frank Rijkaard’ın getirilmesinde görüldüğü gibi. Bu çerçevede JOR
tercihiyle aslında Galatasaray yönetiminin kendini biraz daha riske ettiğini
söyleyebiliriz.
Uzatmayalım; JOR ilk tercih değildi, ama sonrasında işler
bilinçli gelişti. İlk tercih olmayınca bilinçli bir şekilde göreve getirildi
JOR. Bu tercihin arkasında birkaç neden var; ilki geçen sezon dağılmış olan
takımı bir araya getirerek Türkiye Kupası’nın kazanılmasında önemli bir rol oynamıştı
JOR. İkincisi çalışkanlığıydı; JOR her an Florya’yı yaşayan ve yaşatan birisi.
Üçüncüsü de disiplinli olması.
JOR’un bir altyapı hocası olduğu için yarışmacı kültürle
yönetilmesi gereken A takım düzeyinde başarılı olmayacağını düşünenler var. Kısmen
de haklılar. Ama JOR tüm yaşamını altyapı hocalığıyla geçirmiş birisi değil; gerçekte,
hem A takımlarda, hem de altyapılarda önemli görevler üstlenmiş birisi.
Özgeçmişine baktığımızda JOR’un önce Jan Wouters’in yardımcısı olarak Gent, FC
Emmen takımlarında görev yaptığını görüyoruz. Daha sonra Jacobus (Co) Adriaanse’nin
yardımcısı olarak Portekiz (Porto) ve Ukrayna’da (Metalurh Donetsk) çalıştı. En
önce de, 1995-2002 yılları arasında da Ajax’ta antrenördü. Başka bir deyişle JOR,
Ajax 1995’te Van Gaal yönetiminde UEFA Şampiyonlar Ligi’ni kazandığında o takımda
antrenördü. Dolayısıyla 1995’te başlayan ve 2007’ye kadar süren ciddi bir A
takım deneyimine sahip JOR. Hollandalı teknik adamın altyapıda çalışmaya
başlaması ise 2007’ye tarihleniyor. Bu kariyeri de yine Ajax’ta başladı JOR’un,
en son Çin’de U19 ve U16 ulusal takımların teknik direktörlüğünü yapıyordu.
Sporda büyük bir atılım yapan ve daha da fazlasını yapmak isteyen Çin’in ulusal
düzeyde genç futbolcularını JOR’a teslim etmesi önemli bir gösterge JOR adına.
JOR, Galatasaray ona görev önerirken
“özgeçmişimde Galatasaray da bulunsun” diye mi düşündü? Yoksa kafasında
Galatasaray’a ilişkin bir plan ve strateji olduğu için mi görevi kabul etti?
Bunu tam olarak bilemiyoruz. Belki de kendisiyle yapılacak
bir söyleşide, eğer sorulursa bu sorunun yanıtını verir JOR. Ama uzaktan
hamlelerine bakınca sanki JOR kafasında bir plan ve stratejiyle göreve başlamış
gibi görünüyor.
Ancak JOR’un kafasındaki plan ve stratejiye geçmeden önce öncelikle
JOR’un teslim aldığı Galatasaray’daki hastalıkları ortaya koymak gerekiyor.
Bunların belli başlıları şunlar:
- Son beş yılda sağlıklı bir futbol aklı doğrultusunda değil, teknik direktörlerin günlük istekleri nedeniyle ortaya çıkan kalabalık, hantal ve yaşlı bir kadro.
- Bu kalabalık ve hantal yapının sosyal uyumsuzlara yol açan ilişkiler ve gruplaşmalar üretmesi.
- Her anlamda (mali ve yönetsel) disiplinsizlik.
- Altyapı ve A takımı kapsayan bir futbol organizasyonuna sahip olunamaması.
Galatasaray’da temel sorun, son beş yılda elde edilen
sportif başarının bu yapısal hastalıkları kozmetik olarak makyajlaması oldu. Bu
da çoğu Galatasaraylının konuya yapısal değil, kişiler üzerinden bakmasına yol
açtı. İnsanlar, Terimci, Mancinici, Hamzaoğlucu; Aysalcı, Yarsuvatçı, Özbekçi
diye ayrıldı. Büyük linçler yaşandı ve yaşanıyor. Aslında konuya kişiler
üzerinden yaklaşan bu bakış açısı, son 10 yılda Türkiye’de hüküm süren
eğitimsizlik ve kültürsüzlük politikasının ürettiği bir sonuç. Çünkü artık
gerçekte neyin ne olduğu değil, nasıl gösterildiği ve nasıl algılandığı daha önemli.
Bu sorunlara karşı JOR’un planı ve
stratejisi ne oldu?
JOR’un planının birkaç ana parçası var. Bunları, doğru
önkabullerle yola koyulmak, konuya futbol aklı perspektifiyle bakmak, hastalıklı
yapılarla vedalaşmak, gençleştirme, yabancılaştırma, yeniden yapılandırma, kalite
katma ve omurga tamirini amaçlayan doğru transfer stratejisi olarak
adlandırabiliriz.
Burada doğru önkabuller dediğimiz şey şu:
- Galatasaray’ın bu sezon ağırlıklı olarak tek kulvarda mücadele edecek olması. Yani haftada bir maç yapacağı gerçeği.
- Türkiye’de fizik kalitenin ligin kaderini belirlemede birincil öneme sahip olduğu.
- Tek kulvarda mücadele eden bir kadronun fizik kalitesinin hafta içinde yapılacak yüklemelerle daha da üst seviyeye çıkacağının bilinmesi.
- Kaliteli bir kadronun gerek takımdaki omurga inşası, gerekse taktik disiplinin oturması süreçlerini radikal olarak azaltacağı gerçeği.
Bunu biraz açmak gerekirse şunu çok rahat diyebiliriz. Geçen
sezon bitiminde kadro kalitesi olarak Galatasaray en büyük iki rakibinin
oldukça arkasındaydı. Transfer sezonunun tamamlanmasından sonra kadro kalitesi
olarak Galatasaray’ın rakipleriyle arasındaki bu farkı kapattığını görüyoruz.
Kaldı ki Beşiktaş UEFA Şampiyonlar Ligi’nde, Fenerbahçe ise UEFA Avrupa
Ligi’nde de mücadele edecek. Yani oldukça sıkışık ve rotasyon gerektiren bir
fikstür içinde maçlarını oynayacaklar. Buna karşın Galatasaray uzun bir süre haftada
sadece bir maç yapacak. Sıradışı sakatlanmalar yaşanmadığı sürece
Galatasaray’ın sahaya çıkacak ilk 11’inin Türkiye’nin en kaliteli kadrolarından
birisi olacağı ve ligi önde tamamlamaya yetebileceği söylenebilir.
JOR’un planı ve stratejisine dönecek
olursak?
Bu plan ve stratejileri bazı başlıklar altında ele almakta
fayda var.
- Hastalıklı yapılarla vedalaşma: Öncelikle devraldığı takımda radikal bir tırpanlamaya gitti JOR. Ancak burada bir detay var; JOR tırpanlamaya giderken sadece futbolcu kalitesini değil, takım içindeki sağlıksız gruplaşmaları da dikkate aldı. Gönderilen bazı futbolculara baktığımızda bunu net biçimde görebiliyoruz.
- Gençleştirme çabası: Gençleştirmenin temelde iki boyutu var. Birincisi ilk 11’de yer alacak genç futbolcular. Yıllar sonra ilk kez Galatasaray’ın ilk 11’ine yazılan futbolcuların bir bölümünün 26 yaş ve altında olduğunu görüyoruz; Tolga Ciğerci, Luis Pedro Cavanda, Martin Linnes, Serdar Aziz, Lionel Carole, Josué, Bruma, Kolbeinn Sigthórsson ve Sinan Gümüş gibi. Böylesi bir hamleyi en son 1991-1992 sezonunda görmüştük. Gençleştirmenin ikinci boyutu ise şu: Takımın yaş ortalaması geçen sezona göre artık daha genç. Gençleştirme hamlesi bize Galatasaray’ın futbol şubesinin günü kurtarmak için değil, gelecek perspektifiyle yönetildiğini gösteriyor.
- Yabancılaştırma: JOR, Galatasaray tarihinin ilk 11’de en çok yabancı futbolcuyu oynatan teknik direktör unvanını kazanmaya çok yakın. Tabii Galatasaray 11’ini, Muslera – Cavanda / Linnes, Aurelién Chedjou, Balta / Aziz, Carole – Nigel de Jong, Selçuk İnan / Ciğerci, Wesley Sneijder – Lukas Podolski, Eren Derdiyok / Sigthórsson ve Bruma olarak sayarsak. Görüldüğü gibi 11 futbolcunun sekizi yabancı olacak. Konuya altyapı eğitimi açısından bakılınca, ilk 11’de İnan ve Aziz dışında altyapısını Türkiye’de tamamlamış hiçbir oyuncu görülmüyor. Diğer dokuz futbolcunun tamamını, altyapı eğitimlerini yabancı ülkelerde almış oyuncular oluşturuyor. Daha da ilerleyelim. Galatasaray’ın yerli statüsünde oynayan oyuncularının önemli bir bölümü Almanya ve İsviçre altyapısının ürünü: Derdiyok, Balta, Hamit Altıntop, Yasin Öztekin, Gümüş, Ciğerci ve Koray Günter. Özetlemek gerekirse Galatasaray’ın demografik yapısında en kalabalık grubu altyapı eğitimlerini Türkiye dışında tamamlamış oyuncular oluşturuyor. Galatasaray’daki bu yabancılaştırma ve gurbetçileştirme operasyonunu, JOR’un başarıya ulaşmak için, futbolun küresel dilinden daha kolay anlayabilen bir oyuncu grubu oluşturmak çabasının sonucu olarak da okuyabiliriz.
- Omurga tedavisi: Bir takım omurgası kadar kuvvetlidir. Muhtemelen JOR bu önermeyi bir postüla (kanıtlamaya gerek duyulmadan doğru olarak kabul edilen önerme) olarak gören teknik direktörler arasında. Son dönemde Galatasaray’ın en iyi omurgası 2011-2012 sezonunda Muslera, Ujfalusi, Kaya, Felipe Melo, İnan ve Elmander’den oluşan iskeletti. Bu omurga daha önce söylendiği gibi bir sonraki sezonda Ujfalusi ve Elmander’in ilk 11’den uzaklaşmasıyla giderek zayıflamaya başladı. Geçen sezon da dibe vurdu. Bu sezondaki transfer hamlelerinin ezici çoğunluğuna (Aziz, de Jong, Ciğerci, Josué, Sigthórsson ve Derdiyok) bakınca Galatasaray’ın kaleciden santrfora kadar uzanan düz çizgide yer alan ve omurga diye adlandırılan bölgeye yatırım yaptığını çok net görüyoruz. Başka bir deyişle Galatasaray’ın bu sezon transfer ettiği yedi futbolcudan altısı omurga tedavisi için. Omurgada yer almayan tek transfer ise Cavanda.
- Rekabetçi homojen yapı: JOR kalite bakımından daha homojen ve iştahlı bir futbolcu grubuyla yola koyulmayı tercih etti. Bu hamleyi, takımın tabanını tavanına yaklaştıracak şekilde yukarıya doğru itmek olarak da tarif edebiliriz. Örneklemek gerekirse, geçen yıl merkez orta sahada İnan yedek kulübesine baktığında çoğunlukla Çolak, Jem Paul Karacan ve José Rodriguez’i görüyordu. Bu yıl ise sahadan yedek kulübesine değil, yedek kulübesinden sahaya baktığı maç sayısı çok az olmayacak. Sahada olduğu zaman da her maç 12 kilometre civarında mesafe kat eden Ciğerci’yi görecek. Benzer tavan ve taban yükselmelerini defans ve hücum hatlarında da görüyoruz. Ki geçen sezon ikinci yarıda Bulut yedek kulübesine bakınca bırakalım bir yedek santrfor, neredeyse yedek forvet oyuncusu bile görmüyordu. Bu yıl ise Derdiyok yedek kulübesine bakınca Sigthórsson’u, Podolski’yi görebilecek. Ya da tam tersi. Bu örnekleri çoğaltmak mümkün.
- Yeni bir takım: Aslında sadece yedi oyuncu transfer edilmesine rağmen yepyeni bir takım yaratmayı başardı JOR. Ya da şöyle söylenebilir: JOR kendi takımını kurdu. Bu saptamanın arkasında iki açılım yer alıyor. İlki, takıma yeni bir ruh vermeyi başardı JOR. Bu ruhu, antrenmanlarda görmek ve hissetmek mümkün. Örneğin, Cavanda’nın ilk antrenman sonrasında ses verdiği, “burada kazanma hırsını gördüm” yorumu net olarak bunu ifade ediyor. İkincisi, takımda oynatacağı futbolcu hakkındaki son kararı mutlak biçimde JOR veriyor. Örneklemek gerekirse; kendisine önerilen Roman Neustädter transferine futbolcunun biraz yavaş olduğu gerekçesiyle onay vermedi. Benzer biçimde Martin Škrtel’i de yerden biraz zayıf olduğu gerekçesiyle reddetmişti JOR. Gökhan İnler’i de bir yıl boyunca pek oynamadığı için kabul etmemişti. Tabii burada İnler, Neustädter ve Skrtel’in kötü futbolcular olduğunu söylüyor değiliz. Burada dikkat çekilen konu, JOR’un hangi pozisyonda hangi özellikleri aradığı ve futbolcu seçiminde son kararı mutlak biçimde kendisinin vermesi.
Sanki çok mükemmel bir plan ve portre
ortaya çıktı…
Esasında söylemeye çalışılan şey çok basit: Konuya çok
stratejik yaklaşan JOR doğru hamleler attı. Bir anlamda boğayı kuyruğundan
değil, boynuzların yakalamaya çalıştı. Bu hamleler, onun mükemmel bir hoca
olduğunu ortaya koymaz. Sadece takım mühendisliğini doğru yaptığını ve sezona
takımı doğru bir biçimde hazırladığını gösterir.
Bir de şunu unutmamak gerekiyor: Sezon başındaki
varsayımları doğrulayan veya yanlışlayan tek şey sezon sonunda elde edilen
derece ve başarılardır. Bu konudaki en çarpıcı örneklerden birini geçen sezon
yaşadık. Sezon başında Fenerbahçe’nin yabancı bir sportif direktöre sahip
olması, Galatasaray taraftarını imrendiren transferler yapması, bütün futbol
kamuoyunun Fenerbahçe’yi en baştan şampiyon ilan etmesiyle sonuçlanmıştı. Hatta
Fenerbahçe’yi UEFA Avrupa Ligi şampiyonu ilan edenler de vardı. Ama ne oldu?
Fenerbahçe üç kulvarda da mutlu sona ulaşamadı.
Ya da şöyle söyleyelim. Transfer sezonunda flaş isimlerin
gelmesi o takımı şampiyon yapmaz.
JOR’un oynatmak istediği futbola
gelirsek…
JOR’un futbol anlayışını iki düzlemde ele almak lazım. İlki
taktik formasyon, ikincisi ise futbol felsefesi. Taktik formasyondan başlayacak
olursak bir Hollandalı olarak JOR’un ana formasyon olarak neredeyse ülkesinin
ulusal sembolü olarak tanımlanabilecek 4-3-3’ü seçtiği görülüyor. Bu seçim, Mancini-Prandelli-Hamzaoğlu-Denizli
dönemlerindeki ana formasyon olan 4-2-3-1’yle devam edileceği anlamına geliyor.
Burada küçük bir saptama. JOR 4-2-3-1’i, bir 4-3-3 varyantı olarak ele alıyor,
4-4-1-1 varyantı olarak değil. Ana formasyon olarak 4-3-3 denmesinin nedeni bu.
Formasyon değişikliğini en belirgin biçimde orta saha
bloğunda, hücum hattında ve kanatlarda izleyeceğiz.
Orta sahadan başlayalım; burada temel bir değişim görüyoruz.
JOR’un orta sahasında üç futbolcu görev yapacak. Bunların temel rolleri
birbirlerinden farklı olacak. Bu üç futbolcudan birisi Türkiye’de defansif orta
saha olarak bilinen klasik 6 numara olacak. JOR transfer dönemi içinde en çok
bu futbolcu için müşkülpesent davrandı. Çünkü JOR’a göre 6 numaranın iki temel
özelliği olmalıydı: İlki çok iyi bir kesici ve süpürücü olması; ikincisi ise
geçiş oyunlarının merkezinde olması itibariyle takımı defanstan hücuma doğru
biçimde çıkarması. Bir oran vermek gerekirse 6 numara yüzde 60 defansif
(yatarak top kazanma, ikili mücadele, pas arası yapma, vb. kategoriler), yüzde
40 da ofansif (dikine oynama, oyun kurma, pas isabeti, top sürme, vb.) olmalı JOR’a
göre. Bu futbolcu son gün belirlendi ve Jong oldu. Çoğu futbolsever Jong’un
sahada sadece “pis” işleri yapan bir futbolcu olduğunu düşünür. Ama bu çok
doğru değil. Jong, transfer sürecinde 6 numara için ilk sırada olan Lucas
Leiva’yı andıran biçimde geçiş oyunlarını doğru uygulayan bir isimdi ve Ajax
ekolünden geldiği için tercih edildi.
Orta sahadaki ikinci futbolcu kim
olacak?
Bu futbolcu klasik 8 numara olacak. Yani Ciğerci veya İnan.
Klasik 8 numara derken oyunun iki yönünü de iyi oynayan, ofansif ve defansif
kapasitesini eşit oranda kullanan merkez oyuncusunu kastediyoruz. Burada ilk
haftalarda Ciğerci biraz daha önde görünüyor, daha tempolu olması itibariyle.
Ayrıca Ciğerci takımın merkezini ileriye taşıyan bir oyuncu. Ancak İnan’ın da
tempo ve ofansif güç olarak Türkiye’nin sayılı futbolcularından birisi olduğunu
unutmamak gerekiyor. İnan’ın Ciğerci’ye oranla bir diğer avantajı istikrarı.
Orta sahada oynayacak üçüncü oyuncu ise Sneijder. Burada
planlanan Sneijder’ın bir ofansif orta saha olarak hem geriden oyunu kurması,
hem forvet özelliğini sahaya yansıtması, hem de orta sahadaki iki arkadaşına
yardımcı olması. Yani hem 10 numara, hem de 8 numara gibi oynaması. Çıkarsama yapmak
gerekirse, Sneijder 8.5 numara gibi oynayacak diyebiliriz.
Sneijder üzerinden şunu da söylemek gerekiyor: Gerek saha
içi, gerek saha dışı, Galatasaray’ın merkezinde artık Sneijder olacak. Tıpkı
1996-2000 takımındaki Hagi gibi.
Hücum hattında nasıl bir değişim
olacak JOR’la beraber?
En temel fark şu: 2011-2012 sezonundan sonra Galatasaray
yeniden pivot santrfor sistemine döndü. Hatırlanacağı üzere Elmander’in
2012’nin son maçında sakatlanması ve sonrasında Burak Yılmaz’ın takıma
katılmasıyla Galatasaray pivot santrfora dayalı sistemden uzaklaşmıştı.
Derdiyok transferiyle Galatasaray yeniden pivot santrforlu sisteme dönmüş oldu.
Ki Derdiyok’un rotasyonu için transfer edilen Sigthórsson’un da bir pivot
santrfor olması bu sistemin bilinçli olarak tercih edildiğini gösteriyor.
Belki bu vesileyle yeniden hatırlamakta fayda var. Derdiyok
1.91 metre uzunluğunda bir santrfor. Başakşehir santrforu Mehmet Batdal ise
1.95 metre, Fenerbahçe’nin merkez hücum oyuncusu Fernandao ise 1.92 metre boyunda.
Yani Derdiyok bu iki santrfordan da daha kısa; ancak geçen yıl her ikisinden de
daha fazla hava topu kazandı. Hava hâkimiyetini altyapı döneminde basketbol
oynamasına borçlu Derdiyok.
Hemen ilave etmeli; Derdiyok sadece hava topu kazanan ve
kafa golü atan bir santrfor da değil. Oyun içinde de hep var; takımı ileride
tutar, arkadaşlarına gol koridorları açar ve skor yükünün ciddi bir bölümünü
üstlenir.
Derdiyok sezonu iki golle açtı. Bu onun
gol kralı olmasını mı beklemeliyiz?
Kesinlikle hayır. Tam tersine, Derdiyok’un başarısı attığı
gollerle değil, daha çok attırdıkları ya da oluşumunda görünen ya da görünmeyen
görev üslendikleriyle ölçmeliyiz. Geçmişten örnek vermek gerekirse; 2011-2012
sezonunda takımın pivot santrforu olan Elmander yılı 12 golle tamamlamıştı.
Ancak onun açtığı koridorlar sayesinde ikinci santrfor Baros sezonu 8 gol, 9
asistle tamamlamış, devre arasında takıma katılan Ateş ise 8 gol ve 4 asist rakamlarına
ulaşmıştı. O sezon İnan, Melo ve Engin Baytar’ın attığı bazı gollerde de
Elmander’in açtığı koşu alanları ve koridorlar da etkili olmuştu.
Derdiyok’a dönecek olursak; Elmander’den daha çok gol
atacağını öngörebiliriz. Yaklaşık 20 gol barajına ulaşacaktır, hatta
geçebilecektir. Ancak şöyle bir sorun var Galatasaray’da. Takım arkadaşları Derdiyok’un
meziyetlerini henüz keşfetmiş değiller. Diğer taraftan JOR’un top hâkimiyetine
dayanan pozisyonel futbolu da Eren’in kalitesinden daha çok yararlanmanın biraz
önünü engelliyor.
Ne anlama geliyor bu?
Galatasaray’ın Derdiyok’tan daha çok faydalanması için onu
daha çok beslemesi gerekiyor. Bu, ceza sahasına daha çok yüksek top
indirilmesini gerektiren bir futbol demek. Ancak Galatasaray’ın kadro yapısına baktığımızda
ceza sahasına isabetli orta yapacak futbolcu sayısının sınırlı olduğu dikkat
çekiyor. Örneğin Sabri Sarıoğlu hariç, Galatasaray’ın kanat bekleri orta
yapmakla pek barışık değiller. Bundan da vahimi, Galatasaray’ın kenarlarda
oynayan forvet oyuncuları da orta yapmayı pek tercih etmiyorlar. Bu tablo, Derdiyok’u
besleyen damarların cılızlığını ortaya koyuyor.
Örnek vermek gerekirse, Hakan Şükür de bir pivot santrfordu.
Ama neredeyse bütün takım onu beslerdi. Forvet oyuncuları olan Arif Erdem,
Gheorghe Hagi, Okan Buruk; kanat bekleri Capone, Ümit Davala, Hakan Ünsal,
Ergün Penbe… Bunların hepsi Hakan Şükür’ü besleyen tarzda bir oyun yapısına
sahiplerdi.
Peki JOR bu sorunun farkında mı?
Kesinlikle. Akhisar Belediyespor maçına sağ kanatta Bruma’yla
başlamasının temel nedeni Derdiyok’a orta yapılmasını istemesiydi. Ki JOR maç
sonu söyleşisinde bunu net olarak ifade etti. Bilindiği gibi Bruma solda
oynarken içe kat etmeyi seviyor. JOR içeri kat etmeden Eren’e orta yapması için
Bruma’yı sağa çekti. Ama Bruma yine orta yapmaktan kaçınıp, bu kez de sola,
içeriye kat etmeye başladı. JOR’un be sezonki en büyük meydan okumalarından
birisi takıma Derdiyok ve Sigthórsson için orta yapmasını benimsetmek olacak.
Galatasaray’ın başarısı için bu çok gerekli.
Yeniden forvet hattına dönecek
olursak pivot santrfor sisteminin yaratacağı başka fayda var mı?
Bir tane daha var, ama Podolski sakat olduğu için biz henüz
bunu göremedik. Düzeldikten ve ilk 11’e girmeye başladıktan sonra, Derdiyok
veya Sigthórsson’un yaratacağı boşluklara sızacak olan Podolski’nin geçen
sezona göre çok daha verimli ve skorer bir kimlikle oynayacağını görebileceğiz.
Bir anlamda Derdiyok ve Podolski sayesinde Galatasaray tıpkı 4-4-2 veya
3-5-2’de olduğu gibi sanki çift santrforla sahada yer alacak. Yani bir anlamda
çift santrforlu 4-3-3 oynayacak. Tabii aynı durum Sigthórsson’un santrforda oynaması
durumu için de geçerli. Sigthórsson’un pres yapan kimliği sayesinde Galatasaray
sanki 4-3-3 değil de 4-4-3 oynuyor etkisi yaratacak. Yani Sigthórsson’un
yaptığı pres sayesinde Galatasaray orta sahada sanki üç değil dört futbolcuyla
oynuyor olacak. Benzer bir etkiyi Elmander varken izlemiştik. 4-4-2 oynayan
Galatasaray Elmander sayesinde sanki 4-5-2 oynuyormuş gibi sahaya yayılırdı.
Özetlemek gerekirse, Derdiyok ve Sigthórsson’un yanında
oynayacak olan Podolski 2011-2012 sezonundaki Elmander’in yanında oynayan Ateş
veya Baros etkisi yaratacak.
Peki Sigthórsson Derdiyok’un yedeği
olarak mı transfer edildi?
İşte en kritik soru. Yöneticilere bakılırsa evet öyle.
Örneğin Levent Nazifoğlu bir konuşmasında Derdiyok’un yedeği olarak transfer
edilmesi gereken santrforun en az onun kadar iyi olması gerektiğini söylemişti.
Bu tabii yönetici sahnesi. Önemli olan JOR’un sahnesinde ve aklında ne olduğu.
Hatırlanacaktır. Derdiyok Jupp Heynckes’in teknik
direktörlüğünü üstlendiği Bayer 04 Leverkusen 2009-2010 sezonunda Stefan
Kieβling’le hücum hattında yan yana oynamış, sezonu Derdiyok 12, Kieβling ise
21 golle tamamlamıştı. O takımda Tony Kroos, Arturo Vidal, Lars Bender ve
Renato Augusto gibi sıradışı futbolcular vardı. Bilmiyoruz JOR Bayer 04
Leverkusen’in o sezon oynadığı maçları izledi mi? Ama Derdiyok’un Leverkusen’de
Kieβling’le çift santrfor oynadığı maçlar Derdiyok’un Galatasaray’da
Sigthórsson’la muhtemel uyumu hakkında daha sağlıklı fikir yürütmeye yol
açabilir.
Aslında demeye çalıştığımız şu: Podolski Türkiye’nin
tartışmasız en iyi şutörü. Yaşına göre kuvvetli ve patlama gücü olan bir
futbolcu. Elbette Derdiyok’un yarattığı boşlukları değerlendirecek bir futbol
sezgisine de sahip. Bu nedenle Derdiyok’un yanında oynamayı ciddi biçimde hak
ediyor. Ama Sigthórsson-Derdiyok ikilisi de bir çırpıda denenmeyecek bir
alternatif değil. Özellikle Sigthórsson’un pres gücü ve kuvvete dayalı futbolu,
JOR’un zorluğu yüksek maçlarda Sigthórsson’u Derdiyok’un yanında değerlendirme
olasılığını yükseltiyor. Bu arada hemen belirtelim; Podolski gibi Sigthórsson
da hücum hattında kenarda oynayabiliyor.
Bunun ötesinde bazı maçlarda hücum hattında
Sigthórsson-Derdiyok- Podolski üçlüsünü de görmek mümkün. Buradan şuraya
geliyoruz: Sigthórsson’un yer aldığı ve presi sayesinde orta sahaya fazladan
güç verdiği bir kadroda, orta saha üçlüsünde Jong-Josué-Sneijder üçlüsünü
görmek de çok sürpriz olmaz.
JOR’un sisteminde kanatlar nasıl
işleyecek?
JOR’un burada temel bir sorunu var. O da şu; Galatasaray’da çizgiyi
kullanan komple bir kanat oyuncusu yok. Herkes Bruma ve Gümüş’ün ideal kanat
oyuncusu olduğunu düşünüyor. Ama bu iki futbolcu kanat oyuncusu olmaktan daha
çok, kanata yakın oynayan forvet kimliğine sahip. Her iki oyuncu da çizgiyi kullanmak
yerine içeri kat ederek ve kendilerine gol vuruşu açısı yaratacak şekilde
oynamayı tercih ediyor. Ayrıca her iki oyuncunun da asist özellikleri üst
seviyede değil. Daha çok kendi vuruşlarının peşindeler ikisi de. Bu açıdan
Galatasaray’da komple kanat oyuncusu kimliğine en yakın futbolcunun Öztekin
olduğu söylenebilir. En azından geçmişe gidip bir kanıt arayacak olursak, 2014-2015
sezonundaki çifte şampiyonluğa 15 asistle verdiği katkıyı rahatlıkla
hatırlayabiliriz.
JOR’un yaşadığı soruna dönecek olursak, Hollanda 4-3-3’ünde
forvet hattında komple bir kanat oyuncusu yer alır. Galatasaray’da ise böyle
bir oyuncu yok. Bu durumda JOR’un yapması gereken iki maddeli bir ev ödevi var.
İlki, Bruma, Öztekin ve Gümüş’ü komple bir kanat oyuncusuna dönüştürmek. (Bu
hamle ilerleyen dönem içinde Galatasaray’da en azından bir kanatın ortalama
üstü işlemesini sağlayacaktır.) İkincisi; kanatı işletme ve Derdiyok’u besleme fonksiyonlarında
kanat beklerini daha etkin kullanmak.
Peki Cavanda ve Carole’ün ceza
sahasına isabetli pas ve orta indiren kanat bekine dönüşmeleri mümkün mü?
Bu
bir çalıştırma ve öğretme meselesi. Muhtemelen unutulmuştur. Galatasaray ve
Türkiye futbol tarihinin en önemli sol beklerinden birisi olan Hakan Ünsal
futbola sol açık olarak başlamış hızlı bir futbolcuydu. İdeal bir beke
Galatasaray’da dönüştü. Ama bu dönüşüm çok zahmetli çalışmalar sonrasında
gerçekleşti; ilk dönemlerde zamanın teknik direktörü Terim Ünsal’a her
antrenmandan sonra yaklaşık 250 kez orta yaptırırdı. Yani fazladan çalışırdı
Ünsal. Sonuçta orta yapmak doğuştan gelen bir yetenekten daha çok, sürekli
çalışmakla öğrenilecek ve yetkin olunacak bir kalite.
Galatasaray’ın
merkez ve kanatlar olmak üzere sahanın her bölgesini daha verimli
kullanabilmesi için -pozisyonel futbol bunu gerektiriyor zaten- gerek bek,
gerek forvet kanatlarda oynayan her futbolcunun final pası verme ve orta yapma
kapasitesini ve yeteneğini geliştirmesi şart.
Taktik disiplinden sonra JOR’un oyun
felsefesine de bakalım mı?
JOR
bugüne kadar verdiği demeçlerde futbol felsefesine ilişkin temelde üç kavramdan
söz etti: Baskı, top hâkimiyeti ve pozisyonel futbol. Top hâkimiyeti ve
pozisyonel futbol Hollanda futbolunun temel karakteristikleri zaten. Baskı ise
Hollanda ekolünde pek rastlanmayan bir şey aslında. JOR’un baskıdan söz
etmesinin nedeni Türkiye’de topa yapılan baskının her dönem için başarıyı
beraberinde getirmesi, özellikle de Galatasaray’da.
Türkiye
ve Galatasaray baskılı futbolla bir futbol felsefesi olarak ilk, 1992
sonbaharında Karl Heinz Feldkamp (Kalli) sayesinde tanıştı. Bu futbol felsefesi
Kalli’nin takımının o sezon tüm rakiplerini süpürmesinin yanısıra Galatasaray’ı
ertesi sezon UEFA Şampiyonlar Ligi’nde çeyrek finale taşımıştı. Kalli’nin
bıraktığı mirası Terim devraldı ve Galatasaray’da baskılı futbol 1996-2000
arasında zirveye çıktı. Daha sonra ise yavaş yavaş unutulmaya yüz tuttu. Ta ki
2007-2008 sezonunda takımın başına yeniden Kalli geçinceye değin. Aynı futbolu
2011-2012 sezonunda Terim yönetimindeki Galatasaray’da bir kez daha gördük.
Belki
bu dozda olmasa da Galatasaray’ın bu sezon baskılı futbol oynayacağını
söyleyebiliriz. Tabii gerek Süper Kupa, gerekse ligin ilk haftasında oynanan
futbol bu dediğimizi doğrulamıyor. Ancak hazırlık karşılaşmalarında gördüğümüz
şey, Galatasaray’ın her maç fizik olarak üste koyması ve baskılı futbol oynadığı
dakikaları artırmasıydı. Buradan hareketle şunu söyleyebiliriz; Galatasaray’ın
hazırlık kamplarındaki antrenman programının baskılı futbol oynamak için
planlandığı ve gerekli yüklemelerin yapıldığı düşünülüyor. Bu yüklemenin
sonuçlarının zamanla alınmaya başlayacağını bekleyebiliriz.
Bu da galiba bizi meşhur koşu
mesafelerine getiriyor değil mi?
Kısmen.
Fizik kalitenin göstergelerinden birisi kat edilen mesafe. Diğeri ise güçlülük
ve dayanıklılığa dayan ikili mücadele kazanla oranları.
Türkiye
son yıllarda doğal ve sosyal olayların açıklanmasında insanüstü “güçlere” önem
atfedilmeye başlamasına paralel biçimde koşu mesafesinin önemli olmadığını düşünen
ve söyleyen önemli bir grup var. Eğer konuya sadece bir takımın maç içinde kat
ettiği mesafe toplamı olarak bakılıyorsa, bu grubun kısmen haklı olduğunu
düşünebiliriz. Ancak koşu mesafesinin altında bazı parametreler var. Bu
parametreler üzerinden koşu mesafelerine ve sürelerine bakıldığında daha farklı
bir evren karşılıyor bizi.
Nedir bu parametreler?
Birisi
mesela tempolu diye çevirebileceğimiz (high intensity) koşu kategorisi. Bununla
saatte 21 kilometrenin biraz üzerindeki koşular kastediliyor. Bunun dışında
hızlı koşu var. Saatte 21 ila 24 kilometre arasındaki koşular bu kategoriye
giriyor. Bir de saatte 24 kilometrenin üzerinde hızla yapılan koşular var;
bunları “sprint” olarak adlandırıyoruz.
Diyelim
ki bir takım bir maçta toplam 112 kilometre mesafe kat etti, rakibi ise 114 kilometre.
Bu parametre açısından bakıldığında iki takım arasında bir fark görülmez. Ama
maçı seyredenler 112 kilometre koşan takımın daha etkili oynadığına şahit
olmuşlardır. Nedir bunun açıklaması?
Açıklama
şu olabilir: Maçta toplam 112 kilometre mesafe kat eden takım etkili olmuştur,
çünkü örneğin sprint süresi bakımından rakibini ikiye katlamıştır. Başka bir
deyişle, 112 kilometre kat eden takım maç içinde 4 bin saniye boyunca sprint
atmışsa, yani 24 kilometrenin üzerinde hızla koşmuşsa, rakibinin sprint süresi
ise 1750 saniyede kalmışsa, daha çok koşan değil, daha uzun süre sprint atan
takım fark yaratmış olur. Benzer biçimde bir takımın maç içinde
gerçekleştirdiği tempolu koşu süresi de önemli bir parametre.
Bir
de bu parametrelere, top hâkimiyeti kırılımıyla bakmakta fayda. Bundan kasıt
şu. Top sizdeyken ne kadar koşuyorsunuz, sprint ve tempolu koşu süreleriniz ne
kadar? Top rakipteyken bu değerler ne kadar? Eğer bu parametrelerde rakibinize
belirgin bir üstünlük yaratmışsanız, bu üstünlük muhtemelen skora da
yansıyacaktır. İyi bir teknik direktör futbolcularının istatistiklerini,
isabetli pas sayısı, kilit pas sayısı, ikili mücadele kazanma gibi
parametrelerin yanısıra koşu parametreleri üzerinden de takip eden teknik
direktördür.
Galatasaray’a
dönecek olursak. Takımda koşuya ilişkin bu parametreler tümüyle takip ediliyor
mu, bir bilgimiz yok. Ancak baskılı futbol oynamak için Galatasaray’ın maç
başında Süper Lig’in ortalama koşu mesafesi olan yaklaşık 112 kilometrenin
üzerine çıkması gerekiyor. İlk hafta Karabükspor’un yaklaşık 119 kilometre
koşarak Galatasaray’a alan bırakmadığını hatırlamakta fayda var. O maçta
Galatasaray’ın yaklaşık 109 kilometre koşmuştu. Görüldüğü gibi arada yaklaşık
10 kilometre var. Bu mesfafe, yani 10 kilometre bir maçta bir futbolcunun
ortalama koşu mesafesi. Dolayısıyla görülüyor ki Karabükspor fazla koşması
sayesinde 12 kişiyle oynamış etkisi yarattı. Galatasaray ligin ikinci
haftasında Akhisar Belediyespor karşısında ise 104 kilometre koştu. Yani
Türkiye ortalamasının altında koşuyor Galatasaray. Ama şimdilik diyelim, çünkü
artacak bu mesafe.
Ligin
demir leblebi takımları olan Karabükspor, Osmanlıspor, Konyaspor’un ise koşu
mesafeleri Türkiye ortalaması olan 112 kilometrenin oldukça üstünde. Bu da
zaten bu takımların niçin demir leblebi takımlar olduğunu bize net biçimde
gösteriyor.
Bu
konuyla ilgili son olarak UEFA Şampiyonlar Ligi’nde ortalama koşu mesafesinin
yaklaşık 117.5 kilometre olduğunun da altını çizelim. Almanya Bundesliga’da ortalama
koşu mesafesi Şampiyonlar Ligi’nin çok az üstünde, İngiltere Premier Lig’de ise
çok az altında.
Özetle
Avrupa’nın önemli liglerinde koşu mesafesi önemli bir istatistik. Her kim ki
koşu mesafesi önemli değildir diye bir cümleye başlıyorsa, futbolla ilişkisini
yeniden gözden geçirmesinde fayda var.
Galatasaray’ın sahada zorlandığı, iyi
yapamadığı bir şey var mı? Ya da şöyle soralım, Galatasaray’ın en büyük sorunları
ne?
Galatasaray’ın
en büyük sorunu geçiş futbolunu oynayamamak. Geçiş futbolu dediğimiz defanstan
hücuma sağlıklı ve en kısa sürede çıkmak. Ve de tam tersi. Hücumda topu
kaptırdıktan sonra savunma kurgusunu en hızlı biçimde sahada uygulamak ve
rakibe açıkta yakalanmamak. Galatasaray’ın en büyük zaafı bu.
Geçiş
futbolunu iyi oynayamamanın iki önemli sonucu var. İlki maç içinde baskı yemek.
Bunun temel nedeni topu kaptıktan sonra saha yayılımı kötü olduğu için, yanlış
pas, ikili mücadele kaybetme, ya da topu ileri şişirme gibi sebeplerle topu en
kısa süre içinde rakibine yine teslim ediyor Galatasaray. Bu da yenilen baskının
büyümesine yol açıyor. Bunun en yakın örneğini Akhisar Belediyespor maçında
gördük. Maçın ikinci yarısında ciddi bir baskı yedi Galatasaray rakibinden.
Geçiş
futbolunu iyi oynayamamanın yarattığı ikinci zaaf ise hücum yaparken topu
kaptırdıktan sonra rakibine tehlikeli olabilecek geniş alanlar bırakmak. Bunu
ilk Karabükspor maçında yaşadı Galatasaray. Eğer Karabükspor biraz becerikli
olsa tarihi bir fark atabilirdi.
Peki geçiş oyunlarını niçin iyi
oynayamıyor Galatasaray?
Bunun
ilk temel nedeni fiziksel kalite. İkili mücadelelerde ayakta kalamayan takım ne
hücuma kolay çıkar, ne de hücumda topu istediği gibi dolaştırır. Fizik
kalitesizliğin yanısıra ikinci neden de antrenmanlarda bu konuya odaklanmama.
Galatasaray gibi bir takımda bütün futbolcular defans yapılırken top
kapıldığında nerede ne yapmaları gerektiğini ezbere bilmek zorunda. Refleks
olarak bilmeli bunu bütün oyuncular. Bunu yapmak için de saha parselasyonunun
çok iyi olması lazım. Galatasaray bu sorunu hem fizik kalitesini artırarak, hem
de antrenmanlarda bezdirici tekrarlar yaparak çözecek.
Galatasaray’ın ikinci sorunu ne?
Galatasaray’ın
bir diğer sorunu saha yayılımında sola çekmesi. Galatasaraylı futbolcular
sahanın daha çok solunu kullanıyorlar. Bu da dengesiz bir takım yaratıyor ve
takımın sağ kulvarda oynayan tek futbolcusu olan sağ bekini ateşe atıyor. Hele
bu sağ bek, Linnes gibi pozisyon almakta sorunlar yaşayan birisiyse.
Bu
sorunu ligin ilk maçında acı biçimde yaşadı Galatasaray. Buna çare olarak
Linnes’i Sarıoğlu’yla değiştirmekte buldu. Kısmen sorunu çözdü bu değişiklik,
ama Karabükspor’un Galatasaray’ın sağ kanadından gelmesine çare olmadı.
Karabükspor’un orta saha oyuncuları kazandıkları her topu Galatasaray’ın sağ
kanadına atarak oradan tehlike yarattılar. Ancak bu maçta unutulmamalı ki İnan
ve Ciğerci merkezde birbirlerine çok yakın oynamışlardı.
JOR
da bir önceki maçta ortaya çıkan bu soruna çalışmış olmalı ki Akhisar
Belediyespor maçında Ciğerci daha solda, İnan daha sağda oynadı.
Galatasaray’ın
ısı haritalarında sol kanadın cayır cayır yanmasının temel nedeni, Sneijder’in
oyun içinde kendini sola atması. Bu Carole, Öztekin ve Bruma üzerinden takımın
hücum etkinliğinin artmasına yol açıyor. Ancak defansif açıdan da dengesiz bir
takım yaratıyor. Esasında tam da bu noktada şunu söylemekte fayda var. Eğer
Galatasaray etkili biçimde sağdan gelirse, skor üretmekte hiç zorlanmaz. Çünkü
sağdan inildiğinde ve top tehlikeli bölgeye aktarıldığında takımın en etkili
ayakları Sneijder, Bruma, Öztekin, hatta Derdiyok topun atıldığı yerde
olacaklar. Tersi durumda ise, yani top soldan getirildiğinde ise ceza sahası
içinde genelde sadece Derdiyok kalacak. Bu sorunun Podolski’nin takıma
katılmasıyla kısmen sona ereceği söylenebilir.
Başka sorunu var mı Galatasaray’ın?
Evet.
Şaşırtıcı gelecek ama özellikle yeni kaleci antrenörü Frans Hoek’in gelmesiyle
yavaş yavaş bir Muslera sorunu ortaya çıkacağını öngörebiliriz, ki bunun ilk
örneklerini Akhisar Belediyespor maçında gördük.
Muslera
bilindiği gibi karşı karşıyalarda Türkiye’nin en iyi ismi. Çünkü toptan ve
rakipten korkmuyor, en kritik anda soğukkanlı kalabiliyor. Ancak mesele oyunu
okumaya ve ayaklarını kullanmaya gelince Muslera sıradanlaşıyor.
Şunu
unutmayalım; Galatasaray’ın teknik direktörü ve önemli oyuncuları (6 ve 10) Hollanda
ekolünden. Bu ekolde kaleci, top takımdayken futbolcu, top rakipteyken futbolcu
+ kaleci olmak zorunda. Bu açıdan Hollanda ekolünde bir kalecinin iyi bir
futbolcu gibi oyun içinde topu istediği yere gönderebilmesi gerekir. Ki böylece
rakip baskı yaparken stoperlerin arkasında kalan bölgeyi kalecinin de oyuna
katılımıyla kullanarak topu dolaştırıp baskıyı azaltabilsin. Bunun en görkemli
örneklerinden birini geçtiğimiz günlerde Atletic Bilbao karşısında Barça’nın
kalesini koruyan Marc-André ter Stegen verdi, maç içinde takım arkadaşlarına
toplam 51 isabetli pas yaparak. Bu elbette bir zirve, ancak Galatasaray bu
zirvenin çok çok aşağısında.
Gerçekte
söylemek istediğimiz şu: Rakip baskı kurarken özellikle Muslera üzerinden topu
gelişigüzel ileriye vurmak o topun en kısa süre içinde baskı olarak
Galatasaray’a dönmesine yol açıyor. Bu açıdan Muslera’nın her ne kadar yaşı
artık ilerlemiş olsa da yeni kaleci antrenörü Frans Hoek aracılığıyla ve
yardımıyla isabetli pas yapan kaleciye evrilmesi gerekiyor. Bu hamle geçiş
futbolunu iyi uygulamak açısından oldukça önemli.
Galatasaray’ın transfer stratejisi
hakkında neler söylenebilir?
Önce işin kavramsal çerçevesini çizmekte yarar var, transfer
stratejilerini daha iyi anlayabilmek için. Temelde üç tip transfer vardır:
Proje transferi, puzzle transferi ve temel taşı transferi.
Genç yaşta belirli yetenekte olan futbolcuları alıp onları
geliştirmeye yönelik transferlere “proje transferi” diyoruz. Örneğin 2013’teki
Bruma, 2014’teki Gümüş, 2015’teki Carole hamleleri proje transferidir. (Tabii
bunlar tutan proje transferleri. Bir de tutmayan proje transferleri var; Yiğit
Gökoğlan, Nordin Amrabat, Furkan Özçal, Tarık Çamdal, İzet Hayrovič, Lucas
Ontivero, Umut Gündoğan, Endoğan Adili, vd. gibi.) Proje transferlerde bugünden
yarına hemen performans ve başarı beklenmez.
Puzzle transferi ise takımın omurga ya da kanatlarında ana
kurgunun temel parçası olması yapılan transferlerdir. 2011’deki Muslera,
Ujfalusi, İnan, Melo ve Elmander transferleri puzzle transferlerdir. Keza
2012’deki Yılmaz, Altıntop ve Drogba transferleri. 2013’te Chedjou, geçen yılki
Podolski transferi örneğin. Bu transferlerde bugünden yarına hemen başarı
beklenir. Galatasaray’da başarısız puzzle transferlerine örnek olarak Dany
Nounkeu (2012), Olcan Adın, Blerim Dzemaili (2014) ve Bilal Kısa, Ryan Donk
(2015) hamleleri gösterilebilir.
Temel taşı transferleri ise takımın ana parçası olacak,
taktik formasyon ve takım kurgusunun bu ana parça etrafında belirleneceği
transferlerdir. Mesela 1996’daki Hagi temel taşı transferdir. Her ne kadar
transfer edildiğinde öyle olacağı düşünülmese de 2013’teki Sneijder transferi
de temel taşı transferi kapsamındadır.
Temel kavramsal çerçeveyi böyle açıkladıktan sonra detaya
girebiliriz.
Galatasaray’ın bu yılki hedefi takımdaki gereksiz
ağırlıkları atarak finansal olarak hafiflemek, bunu yaparken de kadroyu radikal
biçimde güçlendirmekti. Galatasaray bunun için puzzle transferlerine yöneldi
ağırlıklı olarak ve her bloğa önemli transferler gerçekleştirdi.
Orta saha bloğunun merkezine alınan Jong bir puzzle transferi.
JOR’un kafasındaki temel sistemi işletmesi için transfer edildi. Böylelikle hem
takımın savunma kurgusunun kuvvetlenmesi, hem de savunmayla hücum blokları
arasındaki ana pas merkezi olması hedeflendi. Jong, orta saha bloğundaki diğer
önemli iki parçanın (İnan / Ciğerci ve Sneijder) değerini ve kalitesini daha
yukarıya da çekebilecek bir isim. Nokta transferi olup olmayacağını oynayacağı
maçlardan sonra göreceğiz.
Biraz daha detaya girecek olursak;
Jong transferinin önemi ne Galatasaray için?
Bu transfer Galatasaray için önemli denilebilir. Çünkü geçen
yılki başarısızlıkta rol oynayan temel faktörler arasında Galatasaray’ın
kadrosunda orijinal pozisyonu 6 numara olan bir futbolcunun bulunmaması yer
alıyordu. Bu açık şimdi ve şimdilik Jong’la dolduruldu.
Kısaca Jong’u anlatacak olursak; yere yatarak top kazanmada,
takımın sertliğini artırmada, oyunu başlatmada, hava mücadelelerinde oldukça
iyi yüzdelere sahip bir oyuncu. Rakip şutunu bloke etme, ikili mücadele kazanma
ve pas arası yapmada da ortalamanın üstünde. Jong’un 31 olan yaşı tartışma
konusu yapılıyor ve onun yerine genç oldukları için Thomas Delaney veya Stefan
Johansen’in transferinin daha doğru olacağı söyleniyor. Öncelikle şunu
hatırlamakta fayda var; Thomas Delaney ve Stefan Johansen Jong’un alternatifi
değiller. Çünkü her ikisi de orijinal 6 numara değil, 8 numara. Jong’un
alternatifi bilindiği gibi orijinal 6 numara olan Lucas Leiva ve Lassana
Diarra’ydı. Maalesef bu ikisi Galatasaray’a gelmedi.
JOR bu yıl baskılı, rakibinin alanını daraltmaya çalışan,
kaybettikten sonra topu hemen kazanmayı amaçlayan, geçiş oyunlarını hızlı
oynayan top hâkimiyetine dayalı bir futbol oynatmayı hedefliyor. Bu futbol için
takımın merkezinde yer alan 6 numaranın rakipten top çalmak dışında geçiş oyunlarında
dikine ve isabetle oynama yeteneğine de sahip olması gerekiyor. Bu dikine
oynayabilme çok önemli, çünkü Galatasaray’ın forvet hattında Podolski, Bruma,
Öztekin, Gümüş gibi patlama güçleri yüksek hızlı oyuncular var. Dolayısıyla
2016-2017 sezonunda defanstan oyalanmadan ve dikine paslarla hızlı geçiş
oyunlarıyla hücuma çıkmak yaşamsal önemde olacak. Ki Akhisar Belediyespor
maçındaki ikinci ve üçüncü gollerde hızlı çıkışın ne kadar önemli olduğunu
gördük. Yani sadece kesicilik ve top kapma değil, dikine hızla çıkma da önemli.
JOR’un Jong tercihinde bu da rol oynamış olmalı.
Ancak yine de şunu unutmayalım. JOR’un ve Galatasaray’ın
birinci tercihi Jong değil Leiva’ydı. İkinci tercihi ise Diarra. Jong bu
transferler gerçekleşmediği için son dönemde girdi tabloya.
Tolga Ciğerci, Serdar Aziz, Cavanda
transferlerine gelirsek. Ve de kiralıklar Josué ve Sigthórsson?
Ciğerci, Aziz ve Cavanda transferleri net bir proje
transferi. Proje transferi olmalarının temel nedeni 25 yaş ve altında olmaları
ve bugünden yarına kendilerinden fazla bir şey beklenmemesi. Ancak tabii bu,
Bruma transferinde olduğu gibi aşının tutması için üç yıl beklenebileceği
anlamına gelmiyor. Geçen sezon sonunda sakat olan Aziz’in tamamen iyileşmesi ve
takıma uyum sağlaması biraz zaman alacaktır. Bu kapsamda Aziz’i tek maç
üzerinden yargılamak doğru olmaz. Ondan beklenen 2-3 ay içinde takımın
demirbaşı durumuna gelmesi ve Galatasaray’a 6-7 sene üst düzey hizmet vermesi. Benzer
biçimde, şimdiye kadar önemli sakatlıklarla boğuşan Ciğerci’den de beklenen
hemen formayı alması değildi. Zamanla İnan’dan formayı teslim alması
bekleniyordu. Ama biraz hızlı davrandı Ciğerci ve her maç üste koyarak herkese
Galatasaray’ın geleceğinde yer alacağını gösterdi.
Aynı şey, yani proje transferi olmak Josué ve Sigthórsson
için de geçerli aslında. Josué’den beklenen takım için her dem hazır bir oyuncu
olması ve yeri geldiğinde takımın ana parçası haline gelmesi. Beş yıl
sonrasının Galatasaray’ın da önemli bir oyuncu olması. Sigthórsson’dan beklenti
ise daha fazla. Bunun temel nedenlerini daha önce tartıştık. Burada
Sigthórsson’un Galatasaray’da kalıcı olmak için Josué’ye oranla daha çok şansı olduğunu
söylemeliyiz, çünkü kiralık olmasına rağmen satış opsiyonu var Sigthórsson’un.
Aynı şey maalesef Josué için geçerli değil. Çünkü Josué için Porto ciddi bir
fiyat istedi. Ancak yine de iyi pazarlıkla Josué gelecek yıl uzun seneler
hizmet vermesi için Galatasaray’a kazandırılabilir.
Ve de Eren Derdiyok, bir puzzle
transferi mi?
İlginçtir, aslında Derdiyok takımın önemli parçası olsun
diye transfer edildi; yani bir puzzle transferi gibi duruyor. Ancak Derdiyok
ilk iki maçta ortaya koyduğu performansla bir temel taşı transferi olabileceğini
de gösterdi. Yani üzerinde sistem inşa edilen ve etrafına takım kurulan bir futbolcu
aslında. Derdiyok’la beraber Galatasaray pivot sisteme dönüş yolculuğuna
başladı. JOR şimdi taktik anlayışını ve futbol felsefesini Derdiyok’u daha
fazla beslemek için yeniden gözden geçiriyor olmalı. Bu anlamda 2016-2017
sezonunun en önemli transferi olmaya aday Derdiyok’un Galatasaray’a katılması.
Yani bir tür bir milat yaratmaya başladı Derdiyok; Derdiyok’tan Önce (DÖ) ve
Derdiyok’tan Sonra (DS) diye. Benzer bir etkiyi 1992’de Galatasaray’a transfer
edilen Hakan Şükür yaratmıştı. Şimdi birçok Galatasaraylı şu pişmanlığı yaşıyor
olmalı: “Biz Derdiyok’u niçin bu kadar geç transfer ettik?”
Toplamda bütün transferler üzerinden son olarak şunu
söylemek doğru olur. Bir transfer sezonunun başarısını gerçekte net olarak beş
yıl sonra ölçebiliriz. Eğer bir sezonda transfer edilen futbolcular beş yıl
sonraki takımın ana parçaları konumundaysa, beş yıl önceki transferleriniz
başarılı demektir.
Bu perspektifle şimdi dönüp geriye bakalım. 2011-2012’de
toplam 12 futbolcu transfer etti Galatasaray. Şimdi bunlardan sadece ikisi
takımda; Muslera ve İnan. Melo hariç diğer transferler -maalesef bunların
içinde Elmander de var sakatlığı nedeniyle- çok kısa süre hizmet verdiler
Galatasaray’a. Aynı şey 2012-2013 transferleri için geçerli. O transferlerden
sadece Sneijder var bugün takımda. Bir sonraki sezondan ise sadece Bruma ve
Chedjou. Daha sonraki sezondan da Öztekin ve Gümüş. Galatasaray yanılmıyorsak
bu dönemde transfere 117 milyon Euro harcadı. Ve bugün o süreç içinde takımda
kalan toplam 10 kişi bile sayamıyoruz.
Son olarak JOR’dan ne beklemeliyiz?
Hedefler ne olmalı?
Türkiye maalesef kavramlarla değil, daha çok ne anlama
geldiği bilinmeyen kelimelerle konuşulan bir ülke. Örneğin sokaktan geçen
birine “bildiğin hayvanları say dense, “at, eşek, kedi, köpek” diye başlar. Ama
bu soru örneğin Avustralya’da birine sorulsa, önce hayvanları sınıflandırır; “omurgalılar,
omurgasızlar, eşeyli üreme yapanlar” gibi.
Aynı şey hedefler için de geçerli. Santrfora “forvet” diyen
biz Türkiyeliler, hedefle amacı aynı anlamda kullanan bir milletiz. Oysa amaç
ayrı, hedef ayrıdır. Şimdi bir yöneticiye ve futbolcuya sorsak “Galatasaray’ın
hedefi nedir” diye, “şampiyon olmak” diye yanıtlayacaktır bu soruyu.
Halbuki şampiyon olmak bir amaçtır (goal). Hedef (objective)
ise ulaşılması ölçülebilir olarak gösterilebilen net ilerlemelerdir.
Soruyu bu açıdan revize ettiğimizde hedefleri takım ve
bireysel planda ayırarak tarif etmeliyiz. Galatasaray’ın ve aslında JOR’un
hedefleri kabaca şunlardır:
1.
Takım Hedefleri:
-
Tüm takımın taktik disiplin konusunda büyük bir
mesafe kat etmesi.
-
Alan ve pozisyon rollerinin tüm futbolcu grubu
tarafından içselleştirilmesi.
-
Çeşitlendirilmiş ve refleks haline getirilmiş hücum
şablonları.
-
Hücumlarda sahanın tüm bölgelerini kullanma
yetkinliği.
-
Atakları gol, aut ve korner olarak sonuçlandırma
kalitesine sahip olunması.
-
Geçiş oyunları konusunda mükemmellik standartına
ulaşılması.
-
Üst düzey savunma disiplinine sahip olma.
-
Topun çabuk dolaşımını temin etmek üzere pas
hızının artırılması.
-
Hücumda tek top ilkesinin yaygınlaşması.
-
Saha yayılımında mükemmelik. Gibi…
2.
Bireysel Hedefler:
-
Galatasaray kalecilerinin ayağı pas yapan total
futbol kalecisine dönüşmeleri.
-
Beklerin hücumda final pas ve orta yapma
kapasitelerinin ve yeteneklerinin geliştirilmesi.
-
Beklerin savunmada pozisyon bilgilerinin
artırılması.
-
Stoperlerin savunmada hava hâkimiyetlerinin
geliştirilmesi.
-
Hücumlara stoperlerin aktif olarak katılması.
-
Merkez orta saha oyuncularının (8 numaralar)
defans ve hücum yeteneklerinin artırılması.
-
Merkez oyuncularının defansif orta saha
oyuncularıyla (6 numara) kademe anlayışlarının geliştirilmesi.
-
Defansif orta saha oyuncularının savunma
yeteneklerini kart görmeyecek şekilde göstermelerinin temin edilmesi.
-
Çizgide oynayan futbolcuların komple kanat
oyuncularına dönüşümlerinin gerçekleşmesi.
-
Forvet oyuncularının gol ve asist kalitelerinin
geliştirilmesi.
-
Santrforların bitiriş ve asist yeteneklerini
artırmaları. Gibi…
Özetle bireysel hedefleri Cavanda’nın sezonu her maç
ortalama ceza sahasına 10 tane isabetli orta yaparak tamamlaması… Bruma’nın
asist sayısı 10’un üzerine çıkarması ve istikrar kazanması… Derdiyok’un asist
sayısının 10 barajında olması gibi ölçülebilir hedeflere dönüştürmek gerekiyor.
Bu hedeflere ulaşıldığında zaten amaç hasıl olacaktır: Şampiyonluk.
Keyifle okudum. Umutlandım, öğrendim, farklı bakış açıları kazandım. Teşekküler
YanıtlaSilSerkan Köse @uyv09
Guzel yaziniz icin tesekkurler. Her argumaninizi detayli olarak aciklamissiniz. Sadece kutuplasmanin oznesi olan isimlere deginmemissiniz. Laiin, deginmeme nedenlerinizi anlayabiliyorum. Saygilar.
YanıtlaSilGercekten kaliteli bir yaziydi. Bunlari gelecekte görmeyi umuyoruz..
YanıtlaSilNihayet bir 'FUTBOL AKLI'na kavuşabildik.Kalemine sağlık. G.S.üç sezon sabredebilirse beklediğimiz takıma evrilebilir diye düşünüyorum.Sürekli şapkadan tavşan çıkarmaya çalışan ve her maç el bozan kumarbaz romantik teknik direktörler yüzünden futboldan soğuduk. Eğitmen Teknik Direktörlerin zamanıdır.Hem futbola hem de futbolcuya değer katar.M.B.
YanıtlaSil