6 Şubat 2014 Perşembe

Mancini nereye koşuyor? Ya da göğe bakalım.


 
 
Uğur Meleke gibi neredeyse kayıtsız biçimde aklına güvenebileceğimiz bir futbol fikir insanı bile Galatasaray ve Roberto Mancini hakkında “5’li defans” gibi kavramlarla konuşmaya başlayınca yazmak şart oldu.[1]

 

Önce şu soruyu soralım. Mancini nasıl bir miras devraldı Galatasaray’da? Uzatmadan da yanıtları sıralayalım peşpeşe.

 

1.   Yaşlı bir takım devraldı.

2.   Devraldığı takımın fizik kalitesi oldukça kötüydü.

3.   Takımın kadro mimarlığı 6-0-4 kuralına göre yanlış kurgulanmıştı.

4.   Ağır ve köşeli taşlardan oluşan bir futbol ve kadro anlayışı vardı.

 

Bu yanıtlardan ilk üçünü açıklamaya gerek yok. Ne demek istenildiği net biçimde ortada. Dördüncü maddeden kasıt ise şu:

 

2011-2012 sezonunda, en ileride Johan Elmander, en geride ise Tomas Ujfalusi’nin kollarını açarak oluşturdukları parantez içinde oynuyordu Galatasaray. Bunun anlamı; takımın boyunu en gerideki Tomas belirliyor, pres ritmini ise en ilerideki Elmander saptıyordu. Bu iki parantezin tam ortasında ise Felipe Melo vardı. Hem Juventus kampından hazır geldiği, hem de dar alanda daha kolay sergileyebildiği hamleli müdahaleleriyle takımın makine dairesi gibiydi Melo, enerjinin üretildiği. O sezon bir anlamda en geride Fernando Muslera’dan başlayan sanal bir çizgi vardı sahada. Muslera’dan başlayan bu çizgi Tomas, Melo ve dönemin en iyi çift yönlü orta sahası Selçuk İnan üzerinden Elmander’e dek uzanıyordu. İşin geri kalanını ise Semihler, Ebouéler, Hakanlar, Enginler, Emreler, Baroslar, Necatiler tamamlıyordu.

 

2012-2013 sezonunda iki önemli gelişme gördük Galatasaray’da. İlki sakatlıklarla ilintiliydı. Elmander sezona sakat başlamış bu da onun verimini inanılmaz düşürmüştü. Üstüne Tomas tam sezon başında sakatlanarak Galatasaray’ı defans ve saha beyninden mahrum bıraktı. Bu iki sakatlık öyküsü nedeniyle parantez yok oldu bir anlamda. İkinci gelişime gelince. Burak Yılmaz, Umut Bulut, Hamit Altıntop ve Nordin Amrabat transferleriyle Galatasaray’ın oynadığı futbolu başka bir güzergâha yöneldi. Artık rakibi önde basan değil, geriye daha çok yaslanmış ve yaklaşık 60 metrelik bir mesafede futbol oynamaya çalışan bir Galatasaray vardı sahada. Bu yeni Galatasaray’da, takımın merkezinin ileriye taşınması sorunu başgöstermişti ve bu görevi Hamit Altıntop üstlenmişti büyük ölçüde. Kısmen de Nordin Amrabat.

 

Eski harita

 

Fazla uzatmayalım. Bu futbol anlayışı, neredeyse ilk 11’in hepsinin ezbere sayıldığı ve bütün futbolcuların sahada ne yapacağının önceden belli olduğu bir futbol zihniyeti üretti. “Ağır ve köşeli taşlar”dan kasıt bu.

 

Örnek vermek gerekirse bu futbol haritasında, Hamit Altıntop topu yavaş da olsa ileri taşırdı, ha keza Amrabat. Melo’dan sadece defansif görevler istenirdi bir itfaiyeci gibi; rakibi karşılamak ve bozmak. Selçuk’tan beklenti Burak Yılmaz ve Umut Bulut’u kaçırmasıydı, bir de orta sahayla hücum arasındaki köprü olmak. Didier Drogba’dan beklenti fiziğiyle rakip defansı hırpalamak, gol atmak ve takımın ikinci santrforu olan Burak Yılmaz’ın kullanabileceği koridorlar yaratmaktı.

 

Bu zihniyete sahip takım 2013-2014 sezonuna fizik olarak daha az hazırlanarak, daha yaşlı ve neredeyse rotasyon ihtimallerinin oldukça sınırlı olduğu bir kadro mühendisliğiyle girdi. Süper Kupa’da Fenerbahçe’ye, Emirates Cup’ta ise Porto ve Arsenal’e karşı birer devre oynanan futbol takımın yapısal sorunlarını örtünce, Malaga ve Napoli’yle hazırlık maçlarında verilen sinyaller görülmedi. Böylece takım hem lig başında bir anlamda “stop” etmiş oldu, hem de Arena’da Şampiyonlar Ligi’ne hiç alışık olmadığı bir yenilgiyle başladı. Roberto Mancini devraldığı takım böyle bir Galatasaray’dı. Bir anlamda II. Selim gibiydi Mancini. Bilindiği gibi II. Selim zirvesini yapıp büyük bir hızla inişe geçmiş bir ülke devralmıştı babası I. Süleyman’dan. Mancini de 2012’de zirvesini yapıp tempo, yaş, kadro mühendisliği açısından hızla aşağıya düşen bir takım devraldı selefinden.

 

Mancini geldiği ilk günden bu yana en temelde bu ağır ve köşeli taşlardan oluşan futbol anlayışını değiştirmeye çalıştı. Yaptığı ilk iş de taşlarla oynamak oldu. Bunun için de neredeyse herkesi her yerde oynatmaya başladı. Bu kapsamda Albert Riera’yı sağ koridorda, Burak Yılmaz’ı sol önde, Sabri Sarıoğlu’nu sol arkada, Melo’yu stoperde gördük. Bu değişiklerin bir kısmı elbette oyuncuları tanımak ve deneme amaçlıydı. Bunun dışında daha önce neredeyse ilk 11’i unutmuş futbolcuları devreye soktu Mancini. Böylece Emre Çolak, Yekta Kurtuluş, Ceyhun Gülselam, Aydın Yılmaz gibi isimleri görür olduk sıkça.

 

Taşlarla oynamak sadece oyuncuların yeteneklerini artırmak amaçlı pozisyon kaydırmalarını değil, formasyon değişikliklerini de içeriyordu. Böylece bir hafta 3-5-2, bir hafta 4-4-2, hatta maça 3-5-2’yle başlayıp daha sonra 4-4-2’ye dönen ve karşılaşmayı yine 3-5-2’yle tamamlayan bir Galatasaray izledik sıkça.

 

Sonuçta ne oldu? Mancini’nin, ilk bakışta istikrarsızlık, hatta kaos gibi görünen bol rotasyonlu ve bol formasyonlu değişimlerle istikrarlı bir yapı ortaya çıkarmaya başladığını gördük. Bir anlamda değişikliklerden istikrar yaratmayı başardı Mancini. Burada istikrardan kasıt kendi sahasındaki galibiyet oranını yüzde yüze çıkarmak, en az gol yiyen takım olmak, sıralamada ikinciliğe gelerek lige ağırlığını koymak gibi kısmen istatistikî konular elbette.

 

Çözümler, arayışlar…

 

Devre arasında ise Mancini ilk geldiği anda hiçbir şey yapamayacağı ilk üç konuya eğildi. Öncelikle yaptığı transferlerle takımın yaşını radikal biçimde gençleştirdi. İkincisi takımın fizik kalitesi, kendi alanında dünyanın en iyilerinden birisi kabul edilen kondisyoner Ivan Carminati’nin reçeteleriyle devre arasında kısmen yukarı çekildi. Ayrıca kadro genç ve fizik gücü kuvvetli oyuncuların transferleriyle futbolcu grubuna dışarıdan enerji de enjekte edildi. (Burada şundan da bahsetmek gerekiyor. Mancini, devre arası kampı sonrasında maç kondisyonları zayıf olan Drogba, Sabri Sarıoğlu ve Eboué’nin fiziken daha da güçlenmeleri için bu oyuncuları Gaziantepspor ve Elazığspor maçlarında mümkün mertebe sahada tutmaya gayret etti. Bundan da şunu anlıyoruz ki her ne kadar ligi maç maç oynuyor izlenimi verse de Mancini’nin kafasında fizik kaliteyle ilgili daha büyük bir fotoğraf var ve maçın gidişatına göre değil büyük amaca göre davranıyor aslında. Nitekim bu yüklemeler sonrasında bu üç futbolcunun da bir sonraki maçta daha da yukarı çıktığına şahit olduk fizik anlamında.) Üçüncüsü de takımın kadro mimarisi baştan aşağı değiştirilerek 6-0-4 karşısındaki acizlik büyük ölçüde giderildi. Hatta daha da fazlası. Rotasyon ve kadro fakiri Galatasaray ligi ve kupayı ayrı ayrı takımlarla sonuna kadar dek götürecek kıvama geldi.

 

Aslında bunlar elbette detay ve yan konular. Önemli olan tek şey var, o da Mancini’nin nasıl bir futbol oynatmak istediği.

 

Görüldüğü kadarıyla bugüne kadar kimse bu soruyla fazla ilgilenmedi. İlgilenen görünenler Mancini’nin İtalyan olmasından hareketle savunma futbolu klişesine sarıldılar çoğunlukla. Bunu da “kadro istikrarı”, yanlış biçimde kavramsallaştırılan “her maçta ayrı sistem” (bundan kasıt 3-5-2, 4-4-2 gibi dizilişler, oysa ki sistem başka bir şeydir, 3-5-2’ler, 4-4-2’ler ise başka; tüm dünyada rakamlarla ifade edilen şeyin adı sistem değil formasyondur), “beşli savunma”, “maça savunma ağırlıklı 11’le başlamak” gibi gerçekten suflî ve çoğunlukla şark kafasının ürünü olan kurnaz eleştirilerle süslediler. İşte bu nedenle yukarıdaki “Mancini nasıl bir futbol oynatmak istiyor” sorusu çok önemli.

 

Şimdi bu soruya yanıt aramaya çalışalım.

 

Öncelikle Mancini, topun bulunduğu noktayı merkez alan bir futbol anlayışına sahip. İstiyor ki takım saha parselasyonunu, topun o an nerede olduğunu dikkate alarak sürekli olarak gözden geçirsin ve değiştirsin. Bunun iki açılımı var. İlki, top rakipteyse takımın tamamının topun arkasına geçmesini istiyor Mancini. İkincisi ise, savunmada saha parselasyonunun topa baskı yapma esasına göre şekillenmesini hedefliyor. Hemen anlaşılacağı gibi burada tek amaç var, o da mümkünse bir an önce topun sahibi olmak, olunamıyorsa da topun arkasında takımca geçerek savunma kurgusunu zinde ve yüksek tutmak. (Hafızası ortalama üstü olanlar, Mancini’nin Juventus maçı öncesinde yaptırttığı Galatasaray’daki ilk antrenmanında tüm takıma topun arkasına nasıl geçileceğini gösterdiğini hatırlayacaktır.)

 

İkinci amaç

 

İkincisi olarak Mancini, takımın bir blok halinde oynamasını amaçlıyor. Yani en ilerideki oyuncuyla en gerideki arasında 60 metre değil en fazla 30 metre derinlik bulunsun; böylece görev paylaşımları, statik olarak tek tek futbolculara değil, takımın tamamına ihale edilsin istiyor Mancini. Bunda hedeflenen şey ise, sürpriz bindirmelerle kesin sonucun alınacağı alanda matematiksel çoğunluğu elde tutarak durdurulamayan bir takım yaratmak. (Buna örnek olarak Melo’nun Bursaspor karşısındaki ilk golde sağdan bindirmesini, keza Tokatspor deplasmanında Veysel Sarı’nın golle sonuçlanan akışını verebiliriz.)

 

Bunu açmak gerekirse; Mancini futbolcuların, takıma yüklenmiş bütün görevleri, önceden birilerine ihale edilmiş biçimde değil, o an sahanın içinde bulundukları yerin gerektirdiği biçimde ve birbirleriyle yardımlaşarak yerine getirmelerini istiyor. Yani, Hamit örneğindeki gibi, kimse takımı ileriye taşımak görevini tek başına üstlenmesin, ya da Melo’daki gibi kimsenin ilk ve tek görevi rakibi karşılamak olmasın derdinde Mancini. Yine istiyor ki örneğin Eboué bir bindirme yapıyorsa, sağ koridorda Eboué’nin bindirme öncesinde defansif olarak savunduğu alan atak sırasında boş kalmasın. O an, o alana en yakın futbolcu kaydırma yaparak Eboué’nin bölgesini bilinçli biçimde kontrol etsin. Böylece takım saha içinde su gibi aksın, sahada birleşik kaplar kanuna aykırı biçimde rakibin değerlendireceği boşluklar meydana gelmesin.

 

Aslında Mancini’nin amacını iki kelimeyle özetlemek mümkün: Sert ve akışkan. Mancini’nin amacı, hücumda akışkan, savunmada ise sert ve savunma gücü yüksek bir takım meydana getirmek.

 

Esasında hilafsız dünyanın bütün teknik direktörleri bu futbolu oynatmak istiyorlar takımlarına. Ancak, akışkan ve sert futbol oynamak ciddi bir planlama ve zaman gerektirdiği için bunu çok azı başarabiliyor. Mancini bu planlamaya sahip birisi ve kendisine gerekli zamanın da Galatasaray Spor Kulübü tarafından verildiğini gördüğü için bu futbola yöneldi. Daha da doğrusu bu futbolu oynatmak için Türkiye’ye geldi. Ki sadece yaşları bile dikkate alındığında ara transferde takıma eklenen genç oyuncular, Mancini’nin sonuç değil, başarıyı mümkün kılan planlama ve hedef amaçlı bir misyonla Türkiye’ye geldiğini ortaya koyuyor.

 

Ama elbette mesele bu hedef değil. Mesele, Mancini’nin bunu nasıl gerçekleştireceği.

 

Mancini’nin aynı anda hem sert, hem de akışkan olan bu futbola, esasında fazla ilişkili görünmese de birbiriyle çok ilintili iki reçeteyle ulaşmayı hedeflediğini düşünüyoruz. Bunlardan ilki şekilsel (formel), ikincisi ise oyun kurgusu analiziyle ilintili.

 

Şekilsel olanla başlayalım. Mancini’nin formel çözümü; Galatasaray’ın ağır ve köşeli taşa benzettiğimiz statik futbol zihniyetini, bu taşları yerinden oynatıp birbirleriyle yontmaya ve deyim yerindeyse çakıl taşına dönüştürmeye dayanan dinamik bir modele dayalı. Melo’yu olduğu yerden alarak kâh stopere, kâh ofansif ortaya sahaya atmasının nedeni aslında bu. Keza aynı şekilde Ceyhun’u. (Eğer boyları 1.80’in biraz üzerinde olsaydı Emre Çolak ve Yekta Kurtuluş’u da bu devr-i daim içinde stoper olarak görecektik. Yine aynı biçimde Veysel Sarı’yı da, hatta Koray Günter’i yakında bu pozisyonlarda arada bir görmemiz sürpriz olmaz.) Mancini bu tür değişikliklerle hem futbolcuların temelde ihtiyaç duyduğu savunma ve hücum yeteneklerini geliştirmeye çalışıyor, hem de statik görev tanımları yerine “dinamizm” (kendisi için dinamizm, takım için dinamizm, izleyici için dinamizm) mesajı veriyor futbolcu grubuna.

 

Taşları yerinden oynatmak

 

Esasında bu konuda Galatasaray tarihinde iyi bir örnek var. 1991-1992 sezonunda Mustafa Denizli topla çok hızlı olan Tugay Kerimoğlu’nu boyunun kısalığına bakmadan süpürücü stoper olarak Galatasaray defansında kullanmıştı. Tugay da buna olumlu bir tepki vermiş, her ne kadar takımın durumu parlak olmasa da harika bir süpürücülük kariyeri yaratmıştı o sezonda. Bir sonraki sezonda işbaşı yapan Karl Heinz Feldkamp, stoper oynadığı için defansif yeteneklerini radikal biçimde geliştiren Tugay’ı orta alana çekerek Türkiye’de modern çağların çift yönlü oynayan ilk orta saha futbolcusunu yaratmıştı. Daha sonraki yıllarda Suat Kaya ve Emre Belözoğlu, hatta Okan Buruk, Tugay’ın temsil ettiği rol model portresinin kültür dairesi içinde çift yönlü orta saha oyuncusuna evrildiler.

 

Bu başlıkta özet olarak şunu söylemek mümkün. Mancini’nin bu stratejisi sayesinde oyuncu grubunun hem futbol ufku genişledi, hem de yetenekleri daha da arttı. Örnek olarak Melo’nun yaklaşık 1.5 sezondur unuttuğu topla birden hızlanma setini bu strateji sayesinde yeniden hatırladığına, bundan da önemlisi bunu gerçekleştirebildiğine şahit olduk, oluyoruz. Keza Eboué de gol ve asist üreten futbolcu kimliğine yine bu strateji sayesinde kısmen dönebildi.

 

Geliyoruz ikinci reçeteye, yani Mancini’nin oyun kurgusu analizine. Daha önce Mancini’nin futbolcu grubunu yekpare bir blokmuş gibi oynatmak istemesinden bahsetmiştik. Ona göre bunu sağlamanın tek yolu var. O da Muslera’dan başlayan bir çizgi üzerinde atağın sonlanmasıyla (gol, aut, korner, faul, vb.) nihayetlenen bir pas mimarisini gerçekleştirmek. Önceki sezonlara baktığımızda Galatasaray’ın temelde bu kurguya çok sahip olmadığını görüyoruz. Bunun temel nedeni, takımın statik futbol anlayışıydı. Açalım; stoperlerin önünde oynayan Melo’dan daha çok defansif orta saha görevleri isteniyor, ama oyun kurmada önemli rol üstlenmesi beklenmiyordu. Bu görev daha çok Selçuk’un üzerindeydi ve Selçuk da “dribling” yeteneği fazla gelişmediği için, gerek top sürerek, gerekse dikine pasla rakibi eksilten bir şekilde oyunu kuramıyordu Galatasaray.

 

Akıllara hemen düşecek isim olan Wesley Sneijder da ikinci bölge başlangıcına dek geriye gelerek bunu yapacak bir futbolcu olmadığı için Galatasaray sağlıklı bir pas kurgusuna sahip olamadı çoğunlukla. Bu durum da Hamit gibi yavaş da olsa topu sürerek takımın merkezini ileriye taşıyan oyuncuların ortaya çıkmasına yol açtı. Verimsizlik (Eboué, Amrabat, Bruma) ve yavaşlık (Hakan Balta ve Albert Riera) nedeniyle kanatlar da işlemeyince ofansif gücü zayıf bir Galatasaray çıktı ortaya.

 

Birinci büyük problem

 

Mancini iş başına geldiği ilk günden bu yana en çok bu sorunun çözümü için uğraştı.[2] Yaptığı ilk radikal iş de stoperlerin önündeki ikili orta saha bloğunu (Selçuk ve Melo) radikal biçimde buradan uzaklaştırmak oldu. 4-4-2 ya da 3-5-2, farketmiyor, Mancini orta saha kurgusunun göbeğini iki değil üç futbolcuyla (1-2 formasyonu) oluşturmaya başladı. Başka şekilde söyleyecek olursak stoperlerin önünde oyunu kuran bir orta saha futbolcusunun bulunmasını istedi Mancini, onun da iki çaprazında ve daha önünde ofansif görev paketi oldukça yüklü iki orta saha oyuncusu daha. Daha somut konuşmak gerekirse stoperlerin önünde daha çok Ceyhun (basit ve tek pasa dayalı oynadığı için, bir de fiziği nedeniyle), Emre Çolak ve Yekta Kurtuluş’u (bu iki futbolcu da Melo ve Selçuk’a oranla daha çevikler, topu baskı altındayken rakibi ekarte edecek şekilde ters yönde yumuşatabiliyorlar) tercih etti Mancini. Kendi etrafına dönme konusunda topla daha yavaş olan Selçuk ve Melo’yu ise tercih ettiği bu üç futbolcunun önüne ve çaprazına attı.

 

Burada önemli bir nokta daha var. O da şu. Mancini üç stoperle oyuna başlamışsa stoperlerin arasında oynayan futbolcunun oyun kurmada diğer iki stopere göre daha fazla rol üstlenmesini arzuluyor. 3’lü defansta Mancini’nin bu pozisyon için Melo ve Ceyhun tercihlerini bu analiz üzerinden okumakta fayda var.

 

Tekrarlamak gerekirse Mancini üçlü stoper grubunun önünde 1-2 yapısıyla oyunu en geriden itibaren pas kurgusu üzerine inşa eden bir yapıyı tercih ediyor. Eğer takım 3’lü defans yerine 4-4-2 formasyonuyla saha çıkmışsa, burada da oyun kurmaya daha uygun stoperleri tercih etmeye gayret ediyor Mancini hep, Hakan Balta ve Semih Kaya gibi.

 

Bursaspor örneği

 

Buna örnek olarak son Bursaspor maçını verebiliriz. Mancini maça 4-4-2 formasyonuyla çıktı. Stoperler Hakan Balta ve Semih Kaya’ydı. Onların önlerinde rakibi ilk karşılayan ve bozan isim olarak Ceyhun Gülselam vardı. Ceyhun’un iki çaprazında ise solda Selçuk, sağda ise Melo yer aldı. Sneijder kısmen sol kanat, kısmen de merkezde serbest oyuncu olarak oynadı. Drogba ve Burak Yılmaz da seyyar forvetler. Kanatlar ise Eboué ve Sabri Sarıoğlu’na emanetti. Yani aslında 4-3-3 formasyonuyla oynadı Galatasaray.

 

Şimdi pas kurgusunu daha iyi anlamak için önce bu formasyonun pas sayılarına bakalım. Bursaspor maçında takımda en çok pas yapan oyuncu 82 pasla Hakan Balta oldu. Onu bir eksikle (81) Selçuk İnan takip etti. Melo 71, Ceyhun 66, Semih de 60 pas yapmış. Bu formasyonun savunma başarısını test etmek için rakipten en çok top karşılayanlara da bakmalıyız. Semih 19 top kesmiş Bursaspor maçında. Balta 18, Ceyhun 17, Melo ve Sabri ise 16’şar.[3] Selçuk listede yok. Ama unutmayalım ki Selçuk zaten Ceyhun’dan sonra sahanın en çok koşan oyuncusu olarak alan savunmasında zaten önemli bir rol üstlenmişti saha parselasyonu anlamında.

 

Galatasaray’ın Bursaspor karşısındaki bu orta saha kurgusu Melo’nun ayağından iki, Ceyhun’la da bir asist (Ceyhun’un üçüncü bölge girişinde rakibinden topu kaparak Sneijder’ın önüne yuvarladığı pozisyon) üretti. Ayrıca bu orta saha kurgusunun diğer oyuncusu Selçuk da bir gol attı.

 

Ancak burada hemen şunu söylemek gerekiyor ki Bursaspor maçında stoperlerin önünde Ceyhun’un tercih edilmesinin temel nedeni rakibin en etkili ismi olan Bellushi’nin etkisiz hale getirilmesiydi. Galatasaray’da top rakibe geçtiğinde topa ilk baskıyı en iyi ve en çok yapan isim Ceyhun’du o maçta. Bir anlamda Bursaspor’un ana pas bağlantısı olan Bellushi’yi susturarak Sercan, Kazım, Sestak ve Fernandao’yu boşa düşürmüş oldu Galatasaray. Eğer maç analizi böyle bir görevi ortaya çıkarmasa, orada muhtemelen Ceyhun yerine ofansif yönü çok daha kuvvetli Emre Çolak’ı görecektik. Yani görüldüğü gibi pas kurgusunun defanstan başlaması yaşamsal öneme sahip Mancini’nin gözünde.

 

Büyük fotoğraf

 

Mancini’ye göre, blok halinde oynamanın en basit ve etkili yolu, en geriden en ileriye dek, belirli, tanımlanmış ve dönüşümlü istasyonlar üzerinden dikişsiz bir pas trafiğini gerçekleştirmek. Mancini kanatları işlemeyen bir kurguda bile bu pas mimarisine sahip bir takımın hücumda nefes yollarının açık kalacağını düşünüyor. İşte bunun için de en önemli pozisyon, Juventus’ta Andrea Pirlo, FC Bayern’de ise Philpp Lahm örneklerinde olduğu gibi stoperlerin önündeki defansif orta saha değil, oyun kurucu pozisyonu. Yani Melo ve Selçuk’un topla yeterince hızlı olmadıkları için standart üstü biçimde pek yerine getiremedikleri pozisyon.

 

Takımın merkez omurgasını bu şekilde yeniden yapılandırmak isteyen Mancini’nin kafasındaki büyük fotoğrafın ne olduğunu, kanatlara yapılan transferlere, özellikle de Alex Telles, Veysel Sarı, İzet Hayroviç, Salih Dursun ve Lucas Ontivero takviyelerine baktığımızda daha iyi anlıyoruz. Mancini’nin büyük fotoğrafında şu var: Merkezi ve kanatları birlikte çalışan, pas yolları sürekli açık, saha yayılımında sadece ve sadece topun bulunduğu noktayı esas alan, fizik kalitesi çok yüksek, topa sürekli baskı yapan, tek blok halinde oynamayı başaran geniş bir oyuncu grubu.

 

Galatasaray ve Mancini bu yolun başında bulunuyor. Başlanılan seyahat bu. Ve aslında bunu bugünden yarına gerçekleştirmek de çok mümkün değil. Çünkü adı üzerinde bir “hamle” değil, bir “seyahat” bu. Yani yolculuk. Galatasaray işte bu yolculuğun başında.

 

Daha da kısa konuşalım. Futbol, klişelerden uzakta kalmayı gerektiren müthiş dinamik bir oyun. Bu oyunu anlamaya çalışırken tüm klişelerden ve statik görüşlerden uzak durmakta fayda var. Yerinden kıpırdamayan statik ağır taşlar üzerinden oyunu okumaya çalışmak yerine birbirlerine çarpa çarpa yuvarlaklaşan çakıl taşlarının ötesindeki ufka bakmak gerek.

 

İşte bu nedenle ufka bakalım. Daha da ötesi bir şairin dediği gibi “göğe bakalım.”




[1] Bu yazı kaleme alınmak için 6-0’lık Bursaspor maçını değil, transferlerin tamamlanmasını bekledi. Bu bir maç analizi değil. Sadece Mancini’nin nasıl bir futbol oynatmak istediğine ilişkin bir analiz çalışması.
[2] Basında bu konuya ilk dikkat çeken isim Sinan Yılmaz oldu. Sinan Yılmaz’ın konuyla ilgili ufuk açıcı yazısı için bakınız; http://www.medyaspor.com/kose-yazilari/mancini-nin-gelecek-planlari-331
[3] http://tr.matchstudy.com/TSL2013-14/TSLgame.aspx?id=0803&page=04

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder