Uğur Meleke gibi neredeyse kayıtsız biçimde aklına
güvenebileceğimiz bir futbol fikir insanı bile Galatasaray ve Roberto Mancini
hakkında “5’li defans” gibi kavramlarla konuşmaya başlayınca yazmak şart oldu.[1]
Önce şu soruyu soralım. Mancini nasıl bir miras devraldı
Galatasaray’da? Uzatmadan da yanıtları sıralayalım peşpeşe.
1.
Yaşlı bir takım devraldı.
2.
Devraldığı takımın fizik kalitesi oldukça
kötüydü.
3.
Takımın kadro mimarlığı 6-0-4 kuralına göre
yanlış kurgulanmıştı.
4.
Ağır ve köşeli taşlardan oluşan bir futbol ve
kadro anlayışı vardı.
Bu yanıtlardan ilk üçünü açıklamaya gerek yok. Ne demek istenildiği
net biçimde ortada. Dördüncü maddeden kasıt ise şu:
2011-2012 sezonunda, en ileride Johan Elmander, en geride
ise Tomas Ujfalusi’nin kollarını açarak oluşturdukları parantez içinde
oynuyordu Galatasaray. Bunun anlamı; takımın boyunu en gerideki Tomas belirliyor,
pres ritmini ise en ilerideki Elmander saptıyordu. Bu iki parantezin tam
ortasında ise Felipe Melo vardı. Hem Juventus kampından hazır geldiği, hem de
dar alanda daha kolay sergileyebildiği hamleli müdahaleleriyle takımın makine
dairesi gibiydi Melo, enerjinin üretildiği. O sezon bir anlamda en geride
Fernando Muslera’dan başlayan sanal bir çizgi vardı sahada. Muslera’dan
başlayan bu çizgi Tomas, Melo ve dönemin en iyi çift yönlü orta sahası Selçuk
İnan üzerinden Elmander’e dek uzanıyordu. İşin geri kalanını ise Semihler,
Ebouéler, Hakanlar, Enginler, Emreler, Baroslar, Necatiler tamamlıyordu.
2012-2013 sezonunda iki önemli gelişme gördük Galatasaray’da.
İlki sakatlıklarla ilintiliydı. Elmander sezona sakat başlamış bu da onun
verimini inanılmaz düşürmüştü. Üstüne Tomas tam sezon başında sakatlanarak Galatasaray’ı
defans ve saha beyninden mahrum bıraktı. Bu iki sakatlık öyküsü nedeniyle
parantez yok oldu bir anlamda. İkinci gelişime gelince. Burak Yılmaz, Umut
Bulut, Hamit Altıntop ve Nordin Amrabat transferleriyle Galatasaray’ın oynadığı
futbolu başka bir güzergâha yöneldi. Artık rakibi önde basan değil, geriye daha
çok yaslanmış ve yaklaşık 60 metrelik bir mesafede futbol oynamaya çalışan bir
Galatasaray vardı sahada. Bu yeni Galatasaray’da, takımın merkezinin ileriye
taşınması sorunu başgöstermişti ve bu görevi Hamit Altıntop üstlenmişti büyük
ölçüde. Kısmen de Nordin Amrabat.
Eski harita
Fazla uzatmayalım. Bu futbol anlayışı, neredeyse ilk 11’in
hepsinin ezbere sayıldığı ve bütün futbolcuların sahada ne yapacağının önceden
belli olduğu bir futbol zihniyeti üretti. “Ağır ve köşeli taşlar”dan kasıt bu.
Örnek vermek gerekirse bu futbol haritasında, Hamit Altıntop
topu yavaş da olsa ileri taşırdı, ha keza Amrabat. Melo’dan sadece defansif
görevler istenirdi bir itfaiyeci gibi; rakibi karşılamak ve bozmak. Selçuk’tan
beklenti Burak Yılmaz ve Umut Bulut’u kaçırmasıydı, bir de orta sahayla hücum
arasındaki köprü olmak. Didier Drogba’dan beklenti fiziğiyle rakip defansı
hırpalamak, gol atmak ve takımın ikinci santrforu olan Burak Yılmaz’ın
kullanabileceği koridorlar yaratmaktı.
Bu zihniyete sahip takım 2013-2014 sezonuna fizik olarak daha
az hazırlanarak, daha yaşlı ve neredeyse rotasyon ihtimallerinin oldukça
sınırlı olduğu bir kadro mühendisliğiyle girdi. Süper Kupa’da Fenerbahçe’ye,
Emirates Cup’ta ise Porto ve Arsenal’e karşı birer devre oynanan futbol takımın
yapısal sorunlarını örtünce, Malaga ve Napoli’yle hazırlık maçlarında verilen
sinyaller görülmedi. Böylece takım hem lig başında bir anlamda “stop” etmiş
oldu, hem de Arena’da Şampiyonlar Ligi’ne hiç alışık olmadığı bir yenilgiyle
başladı. Roberto Mancini devraldığı takım böyle bir Galatasaray’dı. Bir anlamda
II. Selim gibiydi Mancini. Bilindiği gibi II. Selim zirvesini yapıp büyük bir
hızla inişe geçmiş bir ülke devralmıştı babası I. Süleyman’dan. Mancini de
2012’de zirvesini yapıp tempo, yaş, kadro mühendisliği açısından hızla aşağıya
düşen bir takım devraldı selefinden.
Mancini geldiği ilk günden bu yana en temelde bu ağır ve
köşeli taşlardan oluşan futbol anlayışını değiştirmeye çalıştı. Yaptığı ilk iş
de taşlarla oynamak oldu. Bunun için de neredeyse herkesi her yerde oynatmaya
başladı. Bu kapsamda Albert Riera’yı sağ koridorda, Burak Yılmaz’ı sol önde, Sabri
Sarıoğlu’nu sol arkada, Melo’yu stoperde gördük. Bu değişiklerin bir kısmı elbette oyuncuları tanımak ve deneme amaçlıydı. Bunun dışında daha önce
neredeyse ilk 11’i unutmuş futbolcuları devreye soktu Mancini. Böylece Emre
Çolak, Yekta Kurtuluş, Ceyhun Gülselam, Aydın Yılmaz gibi isimleri görür olduk
sıkça.
Taşlarla oynamak sadece oyuncuların yeteneklerini artırmak
amaçlı pozisyon kaydırmalarını değil, formasyon değişikliklerini de içeriyordu.
Böylece bir hafta 3-5-2, bir hafta 4-4-2, hatta maça 3-5-2’yle başlayıp daha
sonra 4-4-2’ye dönen ve karşılaşmayı yine 3-5-2’yle tamamlayan bir Galatasaray
izledik sıkça.
Sonuçta ne oldu? Mancini’nin, ilk bakışta istikrarsızlık,
hatta kaos gibi görünen bol rotasyonlu ve bol formasyonlu değişimlerle
istikrarlı bir yapı ortaya çıkarmaya başladığını gördük. Bir anlamda
değişikliklerden istikrar yaratmayı başardı Mancini. Burada istikrardan kasıt
kendi sahasındaki galibiyet oranını yüzde yüze çıkarmak, en az gol yiyen takım
olmak, sıralamada ikinciliğe gelerek lige ağırlığını koymak gibi kısmen
istatistikî konular elbette.
Çözümler,
arayışlar…
Devre arasında ise Mancini ilk geldiği anda hiçbir şey
yapamayacağı ilk üç konuya eğildi. Öncelikle yaptığı transferlerle takımın
yaşını radikal biçimde gençleştirdi. İkincisi takımın fizik kalitesi, kendi
alanında dünyanın en iyilerinden birisi kabul edilen kondisyoner Ivan
Carminati’nin reçeteleriyle devre arasında kısmen yukarı çekildi. Ayrıca kadro
genç ve fizik gücü kuvvetli oyuncuların transferleriyle futbolcu grubuna
dışarıdan enerji de enjekte edildi. (Burada şundan da bahsetmek gerekiyor.
Mancini, devre arası kampı sonrasında maç kondisyonları zayıf olan Drogba,
Sabri Sarıoğlu ve Eboué’nin fiziken daha da güçlenmeleri için bu oyuncuları Gaziantepspor
ve Elazığspor maçlarında mümkün mertebe sahada tutmaya gayret etti. Bundan da
şunu anlıyoruz ki her ne kadar ligi maç maç oynuyor izlenimi verse de Mancini’nin
kafasında fizik kaliteyle ilgili daha büyük bir fotoğraf var ve maçın
gidişatına göre değil büyük amaca göre davranıyor aslında. Nitekim bu
yüklemeler sonrasında bu üç futbolcunun da bir sonraki maçta daha da yukarı
çıktığına şahit olduk fizik anlamında.) Üçüncüsü de takımın kadro mimarisi
baştan aşağı değiştirilerek 6-0-4 karşısındaki acizlik büyük ölçüde giderildi.
Hatta daha da fazlası. Rotasyon ve kadro fakiri Galatasaray ligi ve kupayı ayrı
ayrı takımlarla sonuna kadar dek götürecek kıvama geldi.
Aslında bunlar elbette detay ve yan konular. Önemli olan tek
şey var, o da Mancini’nin nasıl bir futbol oynatmak istediği.
Görüldüğü kadarıyla bugüne kadar kimse bu soruyla fazla
ilgilenmedi. İlgilenen görünenler Mancini’nin İtalyan olmasından hareketle
savunma futbolu klişesine sarıldılar çoğunlukla. Bunu da “kadro istikrarı”,
yanlış biçimde kavramsallaştırılan “her maçta ayrı sistem” (bundan kasıt 3-5-2,
4-4-2 gibi dizilişler, oysa ki sistem başka bir şeydir, 3-5-2’ler, 4-4-2’ler
ise başka; tüm dünyada rakamlarla ifade edilen şeyin adı sistem değil formasyondur),
“beşli savunma”, “maça savunma ağırlıklı 11’le başlamak” gibi gerçekten suflî
ve çoğunlukla şark kafasının ürünü olan kurnaz eleştirilerle süslediler. İşte bu
nedenle yukarıdaki “Mancini nasıl bir futbol oynatmak istiyor” sorusu çok
önemli.
Şimdi bu soruya yanıt aramaya çalışalım.
Öncelikle Mancini, topun bulunduğu noktayı merkez alan bir
futbol anlayışına sahip. İstiyor ki takım saha parselasyonunu, topun o an
nerede olduğunu dikkate alarak sürekli olarak gözden geçirsin ve değiştirsin.
Bunun iki açılımı var. İlki, top rakipteyse takımın tamamının topun arkasına
geçmesini istiyor Mancini. İkincisi ise, savunmada saha parselasyonunun topa
baskı yapma esasına göre şekillenmesini hedefliyor. Hemen anlaşılacağı gibi
burada tek amaç var, o da mümkünse bir an önce topun sahibi olmak, olunamıyorsa
da topun arkasında takımca geçerek savunma kurgusunu zinde ve yüksek tutmak. (Hafızası
ortalama üstü olanlar, Mancini’nin Juventus maçı öncesinde yaptırttığı Galatasaray’daki
ilk antrenmanında tüm takıma topun arkasına nasıl geçileceğini gösterdiğini
hatırlayacaktır.)
İkinci amaç
İkincisi olarak Mancini, takımın bir blok halinde oynamasını
amaçlıyor. Yani en ilerideki oyuncuyla en gerideki arasında 60 metre değil en
fazla 30 metre derinlik bulunsun; böylece görev paylaşımları, statik olarak tek
tek futbolculara değil, takımın tamamına ihale edilsin istiyor Mancini. Bunda
hedeflenen şey ise, sürpriz bindirmelerle kesin sonucun alınacağı alanda
matematiksel çoğunluğu elde tutarak durdurulamayan bir takım yaratmak. (Buna
örnek olarak Melo’nun Bursaspor karşısındaki ilk golde sağdan bindirmesini,
keza Tokatspor deplasmanında Veysel Sarı’nın golle sonuçlanan akışını
verebiliriz.)
Bunu açmak gerekirse; Mancini futbolcuların, takıma
yüklenmiş bütün görevleri, önceden birilerine ihale edilmiş biçimde değil, o an
sahanın içinde bulundukları yerin gerektirdiği biçimde ve birbirleriyle
yardımlaşarak yerine getirmelerini istiyor. Yani, Hamit örneğindeki gibi, kimse
takımı ileriye taşımak görevini tek başına üstlenmesin, ya da Melo’daki gibi
kimsenin ilk ve tek görevi rakibi karşılamak olmasın derdinde Mancini. Yine
istiyor ki örneğin Eboué bir bindirme yapıyorsa, sağ koridorda Eboué’nin bindirme
öncesinde defansif olarak savunduğu alan atak sırasında boş kalmasın. O an, o
alana en yakın futbolcu kaydırma yaparak Eboué’nin bölgesini bilinçli biçimde kontrol
etsin. Böylece takım saha içinde su gibi aksın, sahada birleşik kaplar kanuna
aykırı biçimde rakibin değerlendireceği boşluklar meydana gelmesin.
Aslında Mancini’nin amacını iki kelimeyle özetlemek mümkün:
Sert ve akışkan. Mancini’nin amacı, hücumda akışkan, savunmada ise sert ve savunma
gücü yüksek bir takım meydana getirmek.
Esasında hilafsız dünyanın bütün teknik direktörleri bu
futbolu oynatmak istiyorlar takımlarına. Ancak, akışkan ve sert futbol oynamak
ciddi bir planlama ve zaman gerektirdiği için bunu çok azı başarabiliyor. Mancini
bu planlamaya sahip birisi ve kendisine gerekli zamanın da Galatasaray Spor
Kulübü tarafından verildiğini gördüğü için bu futbola yöneldi. Daha da doğrusu
bu futbolu oynatmak için Türkiye’ye geldi. Ki sadece yaşları bile dikkate
alındığında ara transferde takıma eklenen genç oyuncular, Mancini’nin sonuç
değil, başarıyı mümkün kılan planlama ve hedef amaçlı bir misyonla Türkiye’ye
geldiğini ortaya koyuyor.
Ama elbette mesele bu hedef değil. Mesele, Mancini’nin bunu
nasıl gerçekleştireceği.
Mancini’nin aynı anda hem sert, hem de akışkan olan bu
futbola, esasında fazla ilişkili görünmese de birbiriyle çok ilintili iki
reçeteyle ulaşmayı hedeflediğini düşünüyoruz. Bunlardan ilki şekilsel (formel),
ikincisi ise oyun kurgusu analiziyle ilintili.
Şekilsel olanla başlayalım. Mancini’nin formel çözümü;
Galatasaray’ın ağır ve köşeli taşa benzettiğimiz statik futbol zihniyetini, bu
taşları yerinden oynatıp birbirleriyle yontmaya ve deyim yerindeyse çakıl
taşına dönüştürmeye dayanan dinamik bir modele dayalı. Melo’yu olduğu yerden
alarak kâh stopere, kâh ofansif ortaya sahaya atmasının nedeni aslında bu. Keza
aynı şekilde Ceyhun’u. (Eğer boyları 1.80’in biraz üzerinde olsaydı Emre Çolak
ve Yekta Kurtuluş’u da bu devr-i daim içinde stoper olarak görecektik. Yine
aynı biçimde Veysel Sarı’yı da, hatta Koray Günter’i yakında bu pozisyonlarda arada
bir görmemiz sürpriz olmaz.) Mancini bu tür değişikliklerle hem futbolcuların
temelde ihtiyaç duyduğu savunma ve hücum yeteneklerini geliştirmeye çalışıyor, hem
de statik görev tanımları yerine “dinamizm” (kendisi için dinamizm, takım için
dinamizm, izleyici için dinamizm) mesajı veriyor futbolcu grubuna.
Taşları
yerinden oynatmak
Esasında bu konuda Galatasaray tarihinde iyi bir örnek var.
1991-1992 sezonunda Mustafa Denizli topla çok hızlı olan Tugay Kerimoğlu’nu
boyunun kısalığına bakmadan süpürücü stoper olarak Galatasaray defansında kullanmıştı.
Tugay da buna olumlu bir tepki vermiş, her ne kadar takımın durumu parlak
olmasa da harika bir süpürücülük kariyeri yaratmıştı o sezonda. Bir sonraki
sezonda işbaşı yapan Karl Heinz Feldkamp, stoper oynadığı için defansif
yeteneklerini radikal biçimde geliştiren Tugay’ı orta alana çekerek Türkiye’de
modern çağların çift yönlü oynayan ilk orta saha futbolcusunu yaratmıştı. Daha
sonraki yıllarda Suat Kaya ve Emre Belözoğlu, hatta Okan Buruk, Tugay’ın temsil
ettiği rol model portresinin kültür dairesi içinde çift yönlü orta saha
oyuncusuna evrildiler.
Bu başlıkta özet olarak şunu söylemek mümkün. Mancini’nin bu
stratejisi sayesinde oyuncu grubunun hem futbol ufku genişledi, hem de
yetenekleri daha da arttı. Örnek olarak Melo’nun yaklaşık 1.5 sezondur unuttuğu
topla birden hızlanma setini bu strateji sayesinde yeniden hatırladığına,
bundan da önemlisi bunu gerçekleştirebildiğine şahit olduk, oluyoruz. Keza
Eboué de gol ve asist üreten futbolcu kimliğine yine bu strateji sayesinde
kısmen dönebildi.
Geliyoruz ikinci reçeteye, yani Mancini’nin oyun kurgusu
analizine. Daha önce Mancini’nin futbolcu grubunu yekpare bir blokmuş gibi
oynatmak istemesinden bahsetmiştik. Ona göre bunu sağlamanın tek yolu var. O da
Muslera’dan başlayan bir çizgi üzerinde atağın sonlanmasıyla (gol, aut, korner,
faul, vb.) nihayetlenen bir pas mimarisini gerçekleştirmek. Önceki sezonlara
baktığımızda Galatasaray’ın temelde bu kurguya çok sahip olmadığını görüyoruz.
Bunun temel nedeni, takımın statik futbol anlayışıydı. Açalım; stoperlerin önünde
oynayan Melo’dan daha çok defansif orta saha görevleri isteniyor, ama oyun
kurmada önemli rol üstlenmesi beklenmiyordu. Bu görev daha çok Selçuk’un
üzerindeydi ve Selçuk da “dribling” yeteneği fazla gelişmediği için, gerek top sürerek,
gerekse dikine pasla rakibi eksilten bir şekilde oyunu kuramıyordu Galatasaray.
Akıllara hemen düşecek isim olan Wesley Sneijder da ikinci
bölge başlangıcına dek geriye gelerek bunu yapacak bir futbolcu olmadığı için
Galatasaray sağlıklı bir pas kurgusuna sahip olamadı çoğunlukla. Bu durum da
Hamit gibi yavaş da olsa topu sürerek takımın merkezini ileriye taşıyan
oyuncuların ortaya çıkmasına yol açtı. Verimsizlik (Eboué, Amrabat, Bruma) ve
yavaşlık (Hakan Balta ve Albert Riera) nedeniyle kanatlar da işlemeyince
ofansif gücü zayıf bir Galatasaray çıktı ortaya.
Birinci
büyük problem
Mancini iş başına geldiği ilk günden bu yana en çok bu
sorunun çözümü için uğraştı.[2] Yaptığı ilk
radikal iş de stoperlerin önündeki ikili orta saha bloğunu (Selçuk ve Melo) radikal
biçimde buradan uzaklaştırmak oldu. 4-4-2 ya da 3-5-2, farketmiyor, Mancini
orta saha kurgusunun göbeğini iki değil üç futbolcuyla (1-2 formasyonu)
oluşturmaya başladı. Başka şekilde söyleyecek olursak stoperlerin önünde oyunu
kuran bir orta saha futbolcusunun bulunmasını istedi Mancini, onun da iki
çaprazında ve daha önünde ofansif görev paketi oldukça yüklü iki orta saha oyuncusu
daha. Daha somut konuşmak gerekirse stoperlerin önünde daha çok Ceyhun (basit
ve tek pasa dayalı oynadığı için, bir de fiziği nedeniyle), Emre Çolak ve Yekta
Kurtuluş’u (bu iki futbolcu da Melo ve Selçuk’a oranla daha çevikler, topu
baskı altındayken rakibi ekarte edecek şekilde ters yönde yumuşatabiliyorlar) tercih
etti Mancini. Kendi etrafına dönme konusunda topla daha yavaş olan Selçuk ve
Melo’yu ise tercih ettiği bu üç futbolcunun önüne ve çaprazına attı.
Burada önemli bir nokta daha var. O da şu. Mancini üç
stoperle oyuna başlamışsa stoperlerin arasında oynayan futbolcunun oyun kurmada
diğer iki stopere göre daha fazla rol üstlenmesini arzuluyor. 3’lü defansta Mancini’nin
bu pozisyon için Melo ve Ceyhun tercihlerini bu analiz üzerinden okumakta fayda
var.
Tekrarlamak gerekirse Mancini üçlü stoper grubunun önünde
1-2 yapısıyla oyunu en geriden itibaren pas kurgusu üzerine inşa eden bir
yapıyı tercih ediyor. Eğer takım 3’lü defans yerine 4-4-2 formasyonuyla saha
çıkmışsa, burada da oyun kurmaya daha uygun stoperleri tercih etmeye gayret ediyor
Mancini hep, Hakan Balta ve Semih Kaya gibi.
Bursaspor
örneği
Buna örnek olarak son Bursaspor maçını verebiliriz. Mancini
maça 4-4-2 formasyonuyla çıktı. Stoperler Hakan Balta ve Semih Kaya’ydı.
Onların önlerinde rakibi ilk karşılayan ve bozan isim olarak Ceyhun Gülselam
vardı. Ceyhun’un iki çaprazında ise solda Selçuk, sağda ise Melo yer aldı.
Sneijder kısmen sol kanat, kısmen de merkezde serbest oyuncu olarak oynadı.
Drogba ve Burak Yılmaz da seyyar forvetler. Kanatlar ise Eboué ve Sabri
Sarıoğlu’na emanetti. Yani aslında 4-3-3 formasyonuyla oynadı Galatasaray.
Şimdi pas kurgusunu daha iyi anlamak için önce bu formasyonun
pas sayılarına bakalım. Bursaspor maçında takımda en çok pas yapan oyuncu 82
pasla Hakan Balta oldu. Onu bir eksikle (81) Selçuk İnan takip etti. Melo 71,
Ceyhun 66, Semih de 60 pas yapmış. Bu formasyonun savunma başarısını test etmek
için rakipten en çok top karşılayanlara da bakmalıyız. Semih 19 top kesmiş
Bursaspor maçında. Balta 18, Ceyhun 17, Melo ve Sabri ise 16’şar.[3] Selçuk
listede yok. Ama unutmayalım ki Selçuk zaten Ceyhun’dan sonra sahanın en çok
koşan oyuncusu olarak alan savunmasında zaten önemli bir rol üstlenmişti saha
parselasyonu anlamında.
Galatasaray’ın Bursaspor karşısındaki bu orta saha kurgusu
Melo’nun ayağından iki, Ceyhun’la da bir asist (Ceyhun’un üçüncü bölge girişinde
rakibinden topu kaparak Sneijder’ın önüne yuvarladığı pozisyon) üretti. Ayrıca
bu orta saha kurgusunun diğer oyuncusu Selçuk da bir gol attı.
Ancak burada hemen şunu söylemek gerekiyor ki Bursaspor
maçında stoperlerin önünde Ceyhun’un tercih edilmesinin temel nedeni rakibin en
etkili ismi olan Bellushi’nin etkisiz hale getirilmesiydi. Galatasaray’da top
rakibe geçtiğinde topa ilk baskıyı en iyi ve en çok yapan isim Ceyhun’du o
maçta. Bir anlamda Bursaspor’un ana pas bağlantısı olan Bellushi’yi susturarak
Sercan, Kazım, Sestak ve Fernandao’yu boşa düşürmüş oldu Galatasaray. Eğer maç
analizi böyle bir görevi ortaya çıkarmasa, orada muhtemelen Ceyhun yerine ofansif
yönü çok daha kuvvetli Emre Çolak’ı görecektik. Yani görüldüğü gibi pas
kurgusunun defanstan başlaması yaşamsal öneme sahip Mancini’nin gözünde.
Büyük
fotoğraf
Mancini’ye göre, blok halinde oynamanın en basit ve etkili
yolu, en geriden en ileriye dek, belirli, tanımlanmış ve dönüşümlü istasyonlar
üzerinden dikişsiz bir pas trafiğini gerçekleştirmek. Mancini kanatları
işlemeyen bir kurguda bile bu pas mimarisine sahip bir takımın hücumda nefes
yollarının açık kalacağını düşünüyor. İşte bunun için de en önemli pozisyon, Juventus’ta
Andrea Pirlo, FC Bayern’de ise Philpp Lahm örneklerinde olduğu gibi stoperlerin
önündeki defansif orta saha değil, oyun kurucu pozisyonu. Yani Melo ve
Selçuk’un topla yeterince hızlı olmadıkları için standart üstü biçimde pek
yerine getiremedikleri pozisyon.
Takımın merkez omurgasını bu şekilde yeniden yapılandırmak
isteyen Mancini’nin kafasındaki büyük fotoğrafın ne olduğunu, kanatlara yapılan
transferlere, özellikle de Alex Telles, Veysel Sarı, İzet Hayroviç, Salih
Dursun ve Lucas Ontivero takviyelerine baktığımızda daha iyi anlıyoruz.
Mancini’nin büyük fotoğrafında şu var: Merkezi ve kanatları birlikte çalışan, pas
yolları sürekli açık, saha yayılımında sadece ve sadece topun bulunduğu noktayı
esas alan, fizik kalitesi çok yüksek, topa sürekli baskı yapan, tek blok
halinde oynamayı başaran geniş bir oyuncu grubu.
Galatasaray ve Mancini bu yolun başında bulunuyor. Başlanılan
seyahat bu. Ve aslında bunu bugünden yarına gerçekleştirmek de çok mümkün
değil. Çünkü adı üzerinde bir “hamle” değil, bir “seyahat” bu. Yani yolculuk.
Galatasaray işte bu yolculuğun başında.
Daha da kısa konuşalım. Futbol, klişelerden uzakta kalmayı
gerektiren müthiş dinamik bir oyun. Bu oyunu anlamaya çalışırken tüm
klişelerden ve statik görüşlerden uzak durmakta fayda var. Yerinden kıpırdamayan
statik ağır taşlar üzerinden oyunu okumaya çalışmak yerine birbirlerine çarpa
çarpa yuvarlaklaşan çakıl taşlarının ötesindeki ufka bakmak gerek.
İşte bu nedenle ufka bakalım. Daha da ötesi bir şairin
dediği gibi “göğe bakalım.”
[1]
Bu yazı kaleme alınmak için 6-0’lık Bursaspor maçını değil, transferlerin
tamamlanmasını bekledi. Bu bir maç analizi değil. Sadece Mancini’nin nasıl bir
futbol oynatmak istediğine ilişkin bir analiz çalışması.
[2]
Basında bu konuya ilk dikkat çeken isim Sinan Yılmaz oldu. Sinan Yılmaz’ın
konuyla ilgili ufuk açıcı yazısı için bakınız; http://www.medyaspor.com/kose-yazilari/mancini-nin-gelecek-planlari-331
[3]
http://tr.matchstudy.com/TSL2013-14/TSLgame.aspx?id=0803&page=04
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder