30 Ağustos 2017 Çarşamba

Tudor'un Galatasaray'ı...



-      Igor Tudor’dan başlayalım. Lige Kayserispor maçında taraftar tarafından ıslıklanarak başladı, o maça kadar bir nefret nesnesiydi. Şimdi ise saygı ve güven objesi oldu. En dipten en yükseğe süren çok kısa bir yolculuk.

Taraftarın anlık bakış açısı ve tepkisi deyip geçelim. İfrat (aşırıya varma) ve tefrite (hafiften alma) varmadan Tudor’un futbola bakış açısını doğru bir düzleme oturtmalıyız. Bu açıdan Tudor’un futbola bakışını iki platformda ele alabiliriz. İlki pragmatizm, ikincisi taktisyenlik.

Tudor’un pragmatist yönüyle başlayalım. Çoğu kişi için Tudor sert bir hocadır, esnemez. Ya kırılır, ya da kırar. Ama futbol izleğini sürdüğümüzde aslında Tudor’un oldukça pragmatist, yani belirli ilkeler ışığında koşullara oldukça esnek yaklaştığını görebiliyoruz. Mesela Galatasaray’ı 3-5-2 ve 4-4-2’den izler taşıyan bir şekilde oynattığı 4-1-4-1 formasyonu. 4-1-4-1 Tudor’un ana formasyonu değildi; nitekim Galatasaray sezona resmi olarak 4-2-3-1 formasyonuyla başlamıştı; en azından elendiği Östersunds karşılaşmalarında sahaya bu formasyonla çıkmıştı. Ama sonra Tudor rotayı 4-1-4-1’e çevirdi. Bunu da kâğıt üzerinde 4-1-4-1 4-2-3-1’den daha mükemmel olduğu için yapmadı. Muhtemelen Fernando (Francisco Reges Mouta) transferinden sonra, onun meziyetlerini kendi gözleriyle görmesinin ardından karar verdi yeni formasyona. Bu arada söylemeye gerek yok; Tudor transferleri Galatasaray’ı 4-1-4-1 oynatmak için de yaptırtmadı. Transferlerde gözettiği üç şey oldu Tudor’un. Birincisi oyuncunun çok yönlü olması. İkincisi modern futbolun gerekliliği olarak oyunun iki yönünü oynayabilmesi. Üçüncü olarak da karakter. Sonra oyuncu havuzuna bakarak 4-1-4-1’de Galatasaray’ın daha etkili olabileceğine karar verdi.

-      Galatasaray’ın 4-1-4-1 macerası ne zaman başladı?

Östersunds’a elenmenin ardından oynanan Herta Berlin maçıyla Galatasaray 4-1-4-1’e geçiş yaptı. Hatırlayalım; o maçta defansın önünde Selçuk İnan’la başlamıştı Tudor. İnan’ın önünde ise Younès Belhanda ve Tolga Ciğerci vardı. Kanatlarda ise Recep Gül ve Garry Rodrigues oynamıştı. En önde de Bafétimbi Gomis. Yani simetrik bir 4-1-4-1’le çıkmıştı sahaya Galatasaray. İnan sakatlanınca yerine Koray Günter geçti. Günter’i ikinci yarıda stoper Ahmet Çalık’ın yerine çekti Tudor. Ve ondan boşalan stoper tandeminin önüne de o pozisyonun ideal futbolcusu olarak düşündüğü Fernando’yu koydu. İkinci yarıda Ciğerci yerine de Badou’ya (Papa Alioune N’Diaye) görev vermişti Tudor. Bu değişiklikten sonra Galatasaray ikinci yarının başında temposunu bir anda artırmış ve Herta’yı zor durumda bırakmıştı. Bu aslında dokuz gün sonra oynanacak Kayserispor lig maçında Galatasaray’ın rakibini nelerin beklediğini gösteren en önemli prova oldu.

Kayserispor maçında fazladan bir şey yaptı Tudor. Simetrik yapıyı terk ederek tek kanatla çıktı maça ve merkez orta sahanın soluna Ciğerci’yi ekledi. Sonrasını biliyoruz. Bu maçla beraber bir Tolgamania başladı Türkiye’de.

-      Tolga Ciğerci’nin bir anda maniaya dönüşmesine sonra geleceğiz. Kayserispor maçında niçin böylesi bir değişiklik yaptı Tudor?

İşte burada Tudor’un hem pragmatist, hem de taktisyen yüzüyle karşılaşıyoruz. Galatasaray’ın ve ligin seyrini bir anda değiştiren bir hamle oldu bu. Niçin bu hamleyi yaptı? Muhtemelen üç nedeni var; ilki kadrodaki kanat oyuncularının yetersizliği. Ki bunu Herta maçında bir kez daha görmüştük. Kayserispor maçına kadar her iki kanatta da birer kanat oyuncusunun oynaması, Galatasaray’ın çift kanattan akan bir takım haline getirememişti. İkinci neden oyunun ve takımın merkezini bir fazla oyuncuyla tahkim ederek rakibe hükmetmeyi planladı büyük ölçüde. Ciğerci fotoğrafa burada girdi, ama onu da sahte kanat gibi oynattı Tudor. Yani Ciğerci’ye birinci görev olarak topla soldan gitmeyi vermedi. Veremezdi de zaten, çünkü Ciğerci bir dripling oyuncusu değil. Tudor’un Ciğerci’ye verdiği birinci görev, her Galatasaray atağında sol kanat oyuncusu gibi ceza sahasına boş koşular yapmasıydı. Yani atak sağ kanatta olgunlaşırken ikinci direğe girmek; oyun ileri doğru hareketlenince, özellikle de geçiş oyunlarında rakip ceza sahasına boş koşular yapmak; tüm Galatasaray hücumlarını hangi koridorda bulunursa bulunsun kayıtsız şartsız desteklemek. Nitekim Ciğerci’nin üç maç boyunca attığı ve kaçırdığı gollerde hep bunu gördük. Bu vesileyle şu söylenmeli. Benzer bir görevi Badou da üstleniyor, Belhanda da. Bu meseleyi pres üzerinde konuşurken daha iyi anlayacağız.



-      Tudor’un Ciğerci’yi merkeze atmasının üçüncü nedeni neydi?

Bu bir tahmin. Transfer sezonunun başından bu yana Tudor’un ısrarla Kwadwo Asamoah’ı istediğini biliyoruz. Bunu tam bilemiyoruz, ama Fernando’nun önündeki üçlüyü Badou, Belhanda ve Asamoah olarak tasarlamış olabilir Tudor. Bu üçlü orta saha bloğunu, Asamoah yerine Tolga Ciğerci örneği üzerinden de sahada denemek istemiş olabilir. Elbette, denildiği gibi bu bir tahmin. Şu bir gerçek; Fernando, Badou, Belhanda ve Asamoah’tan oluşan merkez orta saha yapısı, bir de önlerine Sofiane Feghouli’yi koyarsak, bırakalım ligi, Şampiyonlar Ligi seviyesinde bir orta saha olur. Eğer Tudor’un kafasında böyle bir orta saha varsa, Ciğerci’nin ilk üç haftaki performansından sonra bu görüşü biraz değişmiş ve zenginleşmiş olmalı.

-      Toparlarsak kanat oyuncularının yetersizliği yüzünden Ciğerci’yi merkeze çekmesi Tudor’un pragmatik, onu sahte sol kanat oyuncusu gibi oynatması ise taktisyenliğinin eseri. Doğru mu?

Kesinlikle. Ama burada bir romantizmin içinde bulmayalım kendimizi. Tudor, bir heykeltıraşın taşı yontması gibi Tolga Ciğerci’den mükemmel bir futbolcu yarattı romantizmine kapılmamak gerek. Böyle bir şey yok. Her şey kademe kademe gelişti Galatasaray’da; tıpkı bilimsel devrimlerdeki gibi, deneye deneye. Tudor’un ana düşüncesi merkez orta sahayı kuvvetlendirmek, tahkim etmekti. Ciğerci’yle merkez orta sahayı dörtledi. Ardından Fernando hariç, tüm merkez oyuncularının hücumları öne doğru koşular yaparak desteklemelerini istedi. Fizik kalite olarak sezonu erken açtığı için formunun zirvesinde olan Ciğerci, Tudor’un bu isteğine en iyi yanıt veren futbolcu oldu. Böylece bir orta saha futbolcusu olarak takımının en çok pozisyona giren ve atan oyuncusu unvanına erişti Ciğerci. Olup biten budur.

-      Bunu nereden biliyoruz?

Geçen sezondan. Tolga aynı özelliklerle geçen sezon da Tudor’un elindeydi. Ama bu yönü ortaya çıkmamıştı. Çünkü geçiş hücumlarında öne koşular yapması istenmiyordu ondan. Bunun birkaç nedeni var; en temel neden Galatasaray’ın hareketli değil, statik bir takım olmasıydı. Bu statikliğin temel kaynağı ise çoğu insanın sandığı gibi merkez orta sahası değil, hücum hattıydı. Yasin Öztekin, Wesley Sneijder, Bruma ve Lukas Podolski’den oluşan ve savunma kurgusunda neredeyse hiç rol almayan bir hücum hattına sahipti Galatasaray. Bu hücum hattının yükünü kendi içinde sorunları olan merkez orta saha ve stoper tandemi kaldıramadı.

-      Çok eskiye gitmeye gerek yok ama neydi bu sorunlar?

Galatasaray’ın merkezi orta saha yapısı 2013-2014 sezonu başında Hamit Altıntop’un sakatlanmasıyla düşüşe geçti. Felipe Melo ve Selçuk İnan’dan oluşan merkezi yapı, ileride yer alan ve takımın savunma kurgusunda neredeyse hiç görev almayan Sneijder, Didier Drogba ve Burak Yılmaz’ı kaldıramadı. Hatırlanmalı ki 2014-2015’te şampiyonluk merkezi orta sahaya sakatlıktan kurtulan Altıntop’un eklenmesiyle kazanılmıştı. Sonraki sezonu Galatasaray 6 numarası olmadan geçirdi. Geçen sezon bunun için transfer edilen Nigel de Jong ise 6 numara için artık çok yetersizdi. Zaten son üç-dört sezondaki takımla bu yılki Galatasaray arasındaki en temel fark da burada. Bu sezon 11 futbolcu da yemek hazırlamak için uğraşıyor ortaklaşa. Daha önceki sezonlarda ise yemek hazırlama görevi sadece birkaç futbolcunun üzerindeydi; diğerleri sofra başında hazırlanan yemeğin kendilerine servis edilmesini bekliyorlardı. Yemek gelmeyince de insanlar sofrada hazır yemek bekleyenlere değil, mutfaktakilere kızıyordu. Ki geçen sezon mutfaktaki oyunculardan birisi de Ciğerci’ydi. Bu sezon Galatasaray’da 11 futbolcunun da iştahlı biçimde çalışması herkesin yeteneklerinden optimum seviyede yararlanılmasının önünü açtı.



-      Burada Tolgamaniadan söz edelim biraz. Nasıl oldu bu? Ciğerci mi büyük bir aşama kat etti, yoksa bazı yetenekleri yeni mi keşfedildi?

Ciğerci’ye baktığımız zaman temelde üç önemli meziyete sahip olduğunu görüyoruz. İlki futbolu koşarak oynaması; enerjisi ve temposu yüksek bir oyuncu Ciğerci. İkincisi, dikine oynamaya çalışması. Topla mesafe pek kat edemese de Ciğerci dikine veya çapraz, uzun menzilli ve rakibi oyundan düşürebilen paslar verebilen bir oyuncu. Yani bir hamlede dengeyi değiştirebiliyor. Üçüncüsü de futbolun esasının biraz da boş koşu yapmak olduğunu bilerek oynaması. Geçen sezon Ciğerci’nin en temel sorunu pozisyonunun ne olduğunun tam belli olmamasıydı. Geçen yıl çoğu maçta 6 numara oynadı, ama rakibe değil de topa odaklandığı için çok hata yaptı; bu pozisyonda başarılı olamadı. Sadece 6 değil, 8 numara için de pek uygun bir profil çizememişti Ciğerci. Çünkü bırakalım golü, asist, kilit pas üretiminde bile oldukça gerideydi. Ama daha önce konuştuk; bunun temel nedeni geçen sezonki kadronun yapısal sorunlar içermesiydi. Bu sezonki en önemli fark şu. Tudor Fernando hariç tüm merkez ve hücum oyuncularından geçiş oyunlarında ileriye doğru hızlı koşular yapmasını istiyor. Dolayısıyla bu pozisyonlarda doğru yere boş koşu yapabilen Ciğerci sürpriz golcü olarak rakip ceza sahasına giriyor ve topla buluşuyor. Gerçekte bitiriciliği iyi olmamasına rağmen marke edilemeden gol vuruşu yapabileceği noktalara sokulabildi bu sezon Ciğerci; goller de böyle geldi.

Bu boş koşu yapmanın futbolda ne kadar önemli olduğu, Ciğerci gibi Almanya altyapısının ürünü olan Uğur Tütüneker’den öğrenmişti Türkiye. Bayern München altyapısından 1986-1987 sezonunda Galatasaray’a gelen Tütüneker, bitirişi de iyi olduğu için o sezon takımın santrforu olan Mirsad Kovačević’ten bile daha fazla gol atmıştı. Şimdi yaklaşık 30 yıl sonra aynı şeyi Ciğerci yapıyor.

Ciğerci’yle ilgili son ve belki de fotoğrafı en iyi veren şey: Ciğerci Sivasspor maçının 11’inci dakikasında rakip kale önünde golü kaçırdığı noktaya gelene kadar toplam 98 metre mesafe kat etti. Bu 98 metre boyunca üç şey yaptı Ciğerci. Önce çapraz koşu yaparak ve biraz oyalanarak Fernando Muslera’nın kendisine top atmasını bekledi. Top gelince 15 metre kadar topla ilerledi. Sonra da Garry Rodrigues’e pas atarak koşusunu devam ettirdi. Ciğerci tüm bu birleşik hareketleri yaparken 98 metreyi 13 saniyede geçti. 100 metre dünya rekorunun 9.58 saniye olduğunu ve gerçekte bir sprint gibi koşma özelliğine sahip olmadığını düşünürsek Ciğerci’nin ne derece büyük bir iş çıkardığını daha iyi anlarız. Tolgamaniaya bu da dahil edilmeli.

-      Tudor’un Ciğerci’den sahte sol kanat oyuncusu koşuları yapmak istemesi taktisyenliğinin tek örneği mi?

Elbette değil. Geriden başlayacak olursak Fernando’yu yerine göre sarkık libero, yerine göre ön libero, yerine göre de oyun kurucu olarak kullanması. Yine Fernando’yu stoperlerin arasına sokarak özellikle Maicon’u (Pereira Roque) geriden oyun kurucu olarak oynatması. Ki rakip takımların Fernando’nun oyun kurmasını önlemek adına baskı yapması durumunda iyi ve ciddi bir B planı olarak işlev görüyor Maicon’un Galatasaray hücumlarına aktif biçimde katılması. Daha önce bahsedildiği gibi rakibe hükmetmek için merkez orta sahayı dört futbolcuyla tutması. Atak sırasında topun kaptırılması durumunda rakibe sağlıklı biçimde pres yapılabilecek sayısal yeterliliğe sahip olunması için futbolculardan ileri koşu yapmasını istemesi; bunlar hep Tudor’un taktisyenliğinin örneklerini oluşturuyor.

Keza transfer edildiği takımda santrfor arkasında 10 numara oynayan Badou’yu Galatasaray’da 8 numara, yani tüm sahayı kullanan merkez orta saha oyuncusu olarak kullanması da önemli bir taktisyen hamlesi.



-      Takımın pres yapmasının taktik amacı ne?

Şimdi spor yazarlarının çoğuna ve Galatasaray taraftarına sorsak “takım niçin pres yapıyor” diye şu yanıtı vereceklerdir: “Topu yeniden kazanmak için.” Bu doğru, ama gerçeğin sadece bir kısmını açıkladığı için yanıltıcı.

Aslında Galatasaray temelde pres değil, Almanların “gegenpressen” dedikleri “karşı pres” yapıyor. Karşı preste amaç topu yeniden kazanmak değil. Topun üçüncü bölgede, yani rakip kaleye yakın olan bölümde kaybedilmesinden sonra rakip takım hücuma çıkarken topu en kısa süre içinde kazanarak geçiş hücumuyla doğrudan rakip kaleye yönelerek gol atmaktır. Görüldüğü gibi amaç hücuma çıkarken rakibi en zayıf anında, henüz savunma pozisyonu oluşmamışken yakalayarak rakip kaleye en kısa sürede gitmek.

İki konuyu üst üste koyunca durum daha net anlaşılacak. Ne istiyordu Tudor futbolculardan top rakip takım hücum yaparken kazanıldığında? Tüm merkez orta sahasının (Badou, Belhanda, Ciğerci ve kısmen Fernando) ve hücum oyuncularının (Gomis ve Rodrigues) öne doğru hızlı koşu yapmalarını istiyordu. Beklerin de bu koşuları desteklemesini şart koşuyordu. Burada iki amaç var. İlki hızlı geçiş hücumuyla gol atmak. Bunun en iyi örneği Kayserispor maçının 37’nci dakikasında Gomis’in attığı gol. Maicon’un Galatasaray yarı sahasının ortasında rakipten kazanarak Fernando’ya kazandırdığı top tam altı saniye içinde Kayserispor ceza sahasına koşan Gomis’e postalanmıştı. Bu pozisyonda kadrajda Galatasaray’dan beş, Kayserispor’dan da kaleci hariç beş kişi vardı. Antrenmanlarda çalışılmış bir geçiş hücumu golü izledik. Keza aynı maçta Gomis’in ikinci golüyle, Osmanlıspor maçında Ciğerci’nin attığı gol de geçiş hücumu golleriydi. Ciğerci’nin Osmanlıspor’a attığı golde topun Galatasaray yarı sahasında Maicon tarafından kazanılmasının ardından sadece üç pasla rakip ceza sahasında gol atacak oyuncuyla buluşturuldu top.



-      İkinci amaç ne?

Tudor’un hızlı hücumlarda neredeyse tüm takımın ileriye doğru hızlı koşu yapmasını istemesinin ikinci amacı, topun yeniden kaybedilmesi durumunda bile rakip yarı sahasında sayısal yeterliliğe sahip olunduğu için en kısa sürede karşı presi başlatmak. Yani temel amaç yine aynı kalıyor; rakibi hazırlıksız yakalayarak gole ulaşmak. Buradaki kilit kavram sayısal yeterlilik. Çünkü bir-iki oyuncuyla karşı pres yapılmaz. Topun olduğu bölgede rakibin pas yapabileceği tüm koridorların kapatılması gerekiyor karşı preste, ki top yeniden kazanılabilsin. Bu da topun olduğu bölgede sayısal yeterliliğin sağlanmasını gerektiriyor. Dolayısıyla Galatasaraylı oyuncular, karşı pres yapılmasını mümkün kılacak sayısal yeterliliği sağlamak için takım halinde ileriye koşuyorlar.

Bu çerçevede Terim yönetimindeki 1996-2000 ve 2011-2012 takımlarının yaptığı presle, Tudor’un Galatasaray’ının yaptığı presin ayrıştığını söylemek doğru olacak. Terim’in takımları rakibi ezmek, kaos çıkarmak ve karşı takımı kendi ceza sahasına sıkıştırmak amaçlı pres yapardı. Nitekim 2012’de deplasmanda oynanan Fenerbahçe maçında Emre Belözoğlu’na “bittik biz, bittik beyler” dedirten bu presti. Tudor’un takımı ise başka bir strateji güderek pres yapıyor. Daha da doğrusu gerçekte pres yapmıyor, karşı pres yapıyor. Bunlar farklı şeyler.

-      Tüm bu taktik açılımları üst üste koyunca Tudor’un bazı yeniliklerle rakiplerini şaşırttığını söyleyebilir miyiz?

Tudor oyuna bakış açısı itibariyle fazla kurcalanmamış bir futbol figürü izlenimi veriyor. Bugüne kadar maalesef Tudor’un oyuna bakış açısını net biçimde ortaya koyan güzel bir futbol söyleşisi ve yazısı okuyamadık. Oysa Galatasaray’ın oynadığı futbola bakınca Tudor’un modern futbolu yakından takip eden birisi olduğunu görüyoruz. Nereden biliyoruz bunu? Tercihlerinden. Her şeyden önce futbola statik bakan birisi değil Tudor, dinamik bakıyor. Herkes Sneijder, Anderson Talisca, Guilano de Paula, José Ernesto Sosa gibi klasik 10 numara ararken, Tudor 8 numara da oynayabilen bir 10 numara, Belhanda’yı tercih etti. Badou örneği ise tam tersi; 10 numara oynayan bir futbolcuyu 8 numaraya çekti. Fernando’yu hem 3 (stoper), hem 6 (defansif orta saha), hem de 8 numara gibi oynatması da onun dinamik bakış açısının ürünü.

Ancak Tudor’un üzerinde pek konuşulmayan taktisyen bir yönü daha var. O da hücum aksiyonlarında ana eksen olarak “half-space”leri (yarı uzayları) kullanması.

-      Burada galiba geometrinin alanına girdik?

Evet. “Half-space” Türkçeye “yarı uzay” olarak tercüme edilen bir geometri deyimi. Almancası ise “Halbraum”, zaten bu deyimi geometriden futbola sokanlar da Almanlar. Kabaca şöyle: Bir futbol sahasını dikine beş eşit parçaya bölelim; taç çizgisine yakın olanları “kanat”, en ortadakini ise “merkez” diye adlandıralım. Kanatla merkez arasında kalan iki bölgeyi de “yarı uzay” diye adlandırıyor Almanlar. Modern futbolda, Jürgen Klopp, Pep Guardiola, Antonio Conte, Maurizo Sarri gibi önemli teknik direktörler takımlarının ataklarının hem kanat, hem de merkez alanlarıyla pas etkileşimine imkân veren yarı uzay ekseni üzerinde gelişmesine önem veriyorlar. Tudor da onların izinde.



-      Galatasaray nasıl kullanıyor bu alanı?

Galatasaray’ın duran top sayesinde kazandığı iki gol dışında, neredeyse attığı tüm goller yarı uzay ekseni üzerinde gelişti. Sırasıyla sayalım. Kayserispor maçında Garry Rodrigues sağ yarı uzay ekseni üzerindeyken sıfıra inip Ciğerci’ye asist yaptı. Aynı maçın ikinci golünde Mariano (Mariano Ferreira Filho) sağ yarı uzay eksenindeyken merkeze, Gomis’e aktardı topu; o da Belhanda’ya. Üçüncü golde Belhanda sol yarı uzay eksenindeyken yine aynı bölgedeki Gomis’e aktardı topu. Dördüncü golde Martin Linnes sol yarı uzay bölgesindeyken, sağ yarı uzay alanındaki Gomis’in önüne top attı.

Geçiyoruz Osmanlıspor maçına: İkinci golde Rodrigues yine sağ yarı uzay ekseninde sıfıra inerek Gomis’e asist yaptı. Üçüncü golde Mariano sağ yarı uzay bölgesinde hareketlenen Ciğerci’yle buluşturdu topu. Son Sivasspor maçında Ciğerci’nin attığı ikinci golde Linnes sol yarı uzay bölgesindeyken merkeze çıkardı topu. Demek oluyor ki Galatasaray ikisi korner birisi penaltı olmak üzere duran top dışında bulduğu bütün golleri yarı uzay bölgelerinde pişirdi.

Burada önemli olan şu. Tudor bütün futbolcuların beyninde yarı uzay eksenini kullanmayı bir refleks haline getirmek istiyor. Bunun tek nedeni yarı uzay ekseninin merkez ve kanat alanlarıyla rahatça pas etkileşimine açık olması değil. Önemli bir neden daha var. Yarı uzay ekseni üzerinden gelişen hücum rakip defansın koruması gereken alanı metrekare cinsinden genişletiyor. Yani rakip defans oyuncuları arasındaki mesafeleri (spacing) artırarak savunma yapmalarını zorlaştırıyor.

Oysa bilindiği gibi futbolda rakip kaleye gitmenin en kısa yolu merkez bölgesini kullanmak. Buna karşın merkez bölgesini savunmak bütün takımlar için daha kolay. Çünkü hem savunma oyuncuları arasındaki mesafeler daha kısa, hem de merkezi savunan oyuncusu sayısı daha fazla. Yani merkez hattı oldukça kalabalık bir bölge. Bu da hücumda yarı uzay ekseninin tercih edilmesine yol açıyor.

Bugün kontrol futbolu oynarken rakibi eksilten dikine paslarla tempoyu bir anda artırmayı ve çok sayıda futbolcuyla özellikle sol yarı uzay ekseni üzerinden hızla rakip kaleye yönelmeyi dünyada en iyi yapan takımlardan birisi Sarri’nin Napoli’si. Galatasaray halen bu standardın oldukça altında. Ama Sivasspor’a karşı kontrol futbolu oynarken birden tempo artırarak yarı uzay ekseninde pişirilen ikinci gol Galatasaray’ın bu konuda çalıştığını da bizlere gösteriyor.



-      Karşı pres ve yarı uzay. Tudor sanki şu an yaşayan futbol ustalarının izinden gidiyor?

Kesinlikle. Tudor bir sistem insanı. Oyuna bir bütün olarak bakıyor. Onu farklı kılan modern futbolu takip etmesi, modern futbolun ilkelerini uygulamaya çalışması değil. Başka bir şekilde söyleyecek olursak, o senaryoyu oyuncularına verip onlardan karakterleri içselleştirmelerini isteyen bir yönetmen değil. Tudor her sahne, her sekans için neredeyse bıktırıcı provalar yaptıktan sonra “aksiyon” diyerek çekime geçen bir yönetmen. Basın mensuplarının antrenmanlarını izlemesinden hoşlanmamasının temel nedeni de bu olabilir. Çünkü o maçları aslında sahada değil, antrenmanlarda kazanıyor. Ve oynanacak olan maçın tüm oyun setlerinin çalışıldığı antrenman sahası onun için mahrem bir bölge. Zira bütün sırlar orada.

Bu çerçevede, maçın beş saniyelik akışı için dakikalarca, hatta saatlerce süren antrenmanlar yaptırması bakımından Tudor’u Željko Obradović’e benzetebiliriz. Bugün için milliyetleri çok farklı, ama nihayetinde hem Tudor, hem Obradović, ikisi de Yugoslavya ekolünden geliyor. Keza Galatasaray kadın basketbol takımı koçu Marina Maljković de aynı ekolden. 1960’ların sonunda Eskişehirspor efsanesini yaratan merhum Abdullah Gegić de aynı ekolden böyle bir hocaydı. Bu ekol ilk başta ve her şeyden önce çalışmaya inanır. Yetenek daha sonra gelir.



-      Belki buradan bir patikaya saparak Gomis’e geçebiliriz. Antrenmanlarla yetinmeyen Gomis’in evinde mini bir spor merkezi kurarak burada da çalışmaya devam ettiği görülüyor.

Geçen söyleşide söz etmiştik. Gomis aldığı parayı hak etmeyi isteyen bir ahlaka sahip. Bilindiği gibi Gomis 32 yaşında. Bu yaştaki futbolcular daha genç olanlara göre daha geç form tutarlar. Ancak Gomis lige hazır başlamak için ekstra antrenmanlar yaparak iyi bir başlangıç yaptı. İlerleyen dönemde formunu ve ritmini daha da artıracağını öngörebiliriz.

Diğer taraftan Gomis, biraz önce konuştuğumuz rakibin savunma uzayını metrekare bakımından genişleten de bir oyuncu. Rakip defans oyuncularını üzerine çekerek kendi takım arkadaşlarına boş alan yaratıyor Gomis. Bunun en iyi örneğini Osmanlıspor’a atılan üçüncü golde gördük. Ciğerci rakip ceza sahasının sağ köşesinde topla buluştuğunda Gomis Osmanlıspor’un 2 numaralı oyuncusunu üzerine çekerek sola doğru açıldı. Böylece gol vuruşu yapmadan önce Ciğerci’nin önünde sadece bir rakip futbolcu kalmış oldu. Aslında Gomis’in yaptığını diğer Galatasaraylı futbolcular da uyguluyorlar. Bu da antrenmanlarda sistemli çalışıldığını gösteriyor bize.



-      Antrenman çalışmalarının sahaya yansıdığı başka örnekler var mı?

Çok var. Ama sonuçlarını hemen iki hafta içinde bariz biçimde gördüğümüz önemli bir gelişme yaşadı Galatasaray. Birinci hafta kornerden gol yiyen Galatasaray iki hafta içinde bu sorunu hallettiği, her maçta korner golü atan bir takıma evrildi. Bu da gösteriyor ki, Galatasaray konu odaklı çalışıyor. Hem de iyi çalışıyor. Ayrıca dikkatli gözler fark etmiş olmalı; Galatasaray’ın birden fazla korner seti var. Rakip bunları hemen çözemesin diye üst üste kazanılan kornerlerde farklı setleri uyguluyorlar.

Bu çalışmaların yansıması olarak korner karşılarken artık ön direği daha iyi korumaya başladı Galatasaray. Çok fark edilmemiştir; son Sivasspor karşılaşmasında rakibin attığı beş kornerden dördünü ön direkte kafayla uzaklaştıran futbolcu Belhanda’dı. Boyu 1.77 metre olan Belhanda.

-      Burada belki Belhanda’ya bir parantez açmak gerekiyor.

Belhanda için ruhunun yurdunu arayan bir göçebe diyebiliriz. Fransa doğumlu, Fransa altyapısı ürünü bir Faslı. Monpellier HSC’yle 2011-12 sezonunda Fransa Ligue 1 şampiyonluğunu kazandığında 12 gol, 6 asistle takımın en önemli parçalarından birisi olmuştu. Bir yıl sonra Dinamo Kiev’e transfer oldu. Bu transferi kariyer hayatı için negatif bir kırılma olarak görmek mümkün. Çünkü tempolu bir ligden kısmen temposuz futbol oynanan bir ülkeye geçiş yapmış oldu. Daha sonra Schalke 04’te kısa süre kiralık olarak oynadı. Geçen yılı ise yine kiralık olarak Nice’te geçirdi. Belhanda’nın Galatasaray’a transferini lig olarak değil de takım olarak, tekrar tempolu bir oyuna dönüş yapması olarak okumalıyız Tudor üzerinden. Şimdi tempo olarak ciddi hedefleri olan bir takımda. Soru şu, göçebe ruhu Galatasaray’da sakinleşecek mi? Burayı benimseyecek mi?

Eğer fizik ve moral açıdan uyum sürecini en kısa sürede atlatırsa Galatasaray Belhanda’nın kariyer kulübü olabilir, vaktinde Gheorghe Hagi’nin olduğu gibi. Elbette aynı şey Galatasaray’ın diğer Magripli oyuncusu Feghouli için de geçerli.

Futboluna gelecek olursak bizi ilgilendiren üç konu var. İlki Belhanda futbola defansta başlamış birisi. Daha sonra genç takımda defansif orta saha olarak oynamış. Ona santrfor arkasında görev veren isim ise Montpellier’ye tarihindeki ilk ve tek şampiyonluğu kazandıran René Girard. Montpellier’nin kazandığı şampiyonluk sezonunda geleceğin 10 numarası yakıştırması yapılıyordu Belhanda için. Özetle liberoluktan 10 numaraya uzanan bir kariyer öyküsü. Bu da Belhanda’nın oyunun iki yönünü de oynayabilen bir futbolcu olduğunu gösteriyor bize. Bu sayede korner karşılarken üstlendiği rolü ve ikili mücadelelerdeki üstünlüğünü şimdi daha iyi anlayabiliriz.



-      İkinci konu?

Bu Belhanda’nın fizik kalitesiyle ilgili. Yarım sezonluk Schalke 04 ve bir sezonluk Nice macerasını çıkarırsak Belhanda 2013’ten bu yana temposuz bir ligde mücadele etti. Yeniden tempo kazanması ve fizik kalitesini yukarıya çekebilmesi için Tudor’un bitip tükenmeyen çalışmalarına çok ihtiyacı var. Bu da bugünden yarına olabilecek bir şey değil. Eğer 30 yaşında olsaydı Montpellier günlerine geri dönüşü çok mümkün değildi; hatta imkânsızdı diyebilirdik. Ama Belhanda henüz 27 yaşında. Düzenli çalışınca eskisinden bile daha kuvvetli olması mümkün.

Buradan şu konuya geçebiliriz. Belhanda saha içinde top için mücadele eden bir oyuncu, ama aynı zamanda bir balet de büyütüyor içinde. Topla ilişkisi oldukça estetik. Tudor’un düzenli antrenmanları sayesinde fizik kalitesi arttıkça içindeki baleti daha çok ve daha istikrarlı şekilde sahada koşturacak. Bu günleri görmeyi ümit ediyoruz.

-      Şu an sahada nasıl bir Belhanda izliyoruz?

Futbol izleyicisinin gözü ve beyni, futbolcu ve teknik direktörlere göre farklı evrimleşti. Bu farklı evrimleşmenin nedeni vizyon; yani bakış açısıdır. Futbolcu ve teknik direktör sahanın içinden gelir. Vizyonu, yani gördüğü tek şey uçsuz bucaksız bir yeşillik içinde formalı insanlardır. Uzaktaki takım arkadaşını ilk planda formasından ayırt eder. İzleyici ise TV ve tribünler üzerinden sahayı tepeden gören bir konumdadır. Sahaya yukarıdan bakan ama temelde top kimin ayağındaysa ona odaklanan bir vizyona sahip bu nedenle. Bu nedenle kim asist yaptı, golü kim attı, kim topu çizgiden çıkardı ve o hatayı kim yaptı türü sorular meşgul eder onu. Beyni ve sahaya bakan gözleri böyle evrimleşmiştir çünkü.

Bu bakış açısı üzerinden Belhanda’ya gelecek olursak. Ortalama seyircinin gördüğü Belhanda’yla Tudor’un ve takım arkadaşlarının gördüğü Belhanda arasında önemli bir fark var. Tudor mesela Belhanda’nın kornerlerde kendisine verdiği görevi yapıp yapmadığına bakar. Takım presine ne ölçüde katıldığını gözlemler. Galatasaray hücuma kalktığında Fernando, Badou ya da Ciğerci’den dikine pas alabilmek için yarı uzay eksenlerine doğru hareketlenip hareketlenmediğini izler. Antrenmanlardaki setleri uygulayıp uygulamadığıyla ilgilidir. Belhanda’nın maç sonunda istatistik kâğıdındaki bütün kategorileri doldurup doldurmadığına bakar Tudor.

Belhanda’nın futbolunu bir ölçüde Guardiola’nın şu cümlesi üzerinden de okuyabiliriz: “Satrançta piyonları öne sürerek kazanamazsın sözünü duyduktan sonra yetenekli oyuncuları çizgiye değil, yarı uzaylara koydum.” Gerçekten de Tudor’un bu sözü doğrularcasına Belhanda’yı ağırlıklı olarak yarı uzay koridorlarında oynattığını gözlemliyoruz. Bunun iki uygulamasına şahit oluyoruz maçlarda. Kontrol oyununda top merkezde Badou ve Ciğerci’deyken Belhanda onlardan dikine pas alabilmek için bir tilki gibi yarı uzay eksenlerinde gezinip duruyor. Uygun açı bulununca da pası alıyor. Bu, şundan önemli. Belhanda sırtı rakibe dönükken kolayca 180 derece dönerek topla rakip kaleye doğru hareketlenebilen bir oyuncu. İkinci uygulamayı ise geçiş hücumlarında görüyoruz. Belhanda geçiş hücumlarında da yine yarı uzay eksenlerinde ileri hareketlenerek topla buluşturuluyor. Nitekim Kayserispor’a atılan üçüncü, Sivasspor’a atılan ikinci gol Belhanda’nın sol yarı uzay bölgesinde topu aldıktan sonra attığı paslar üzerinden gelişti.



-      Maç başı istatistikleri nasıl Belhanda’nın?

Oldukça doyurucu. Defansif istatistiklerine baktığımızda Belhanda’nın, maç başına 1.7 top çalmayla Galatasaray’ın en iyi beşinci futbolcusu olduğunu görüyoruz. Belhanda bu kategoride takımın stoperleri olan Maicon ve Serdar Aziz’den, ki her ikisi de maç başına 1.3 top çalıyorlar, daha önde. Bu alanda takımın lideri ise maç başına 4.7 top çalmayla Fernando. Onu 3.3 top çalmayla Ciğerci, 2.7 top çalmayla da Mariano ve Badou takip ediyor. Top kesmede ise maç başına 1 topla yine takımın en iyi beşinci oyuncusu durumunda Belhanda, Fernando ve Mariano’yla birlikte. Takımın lideri Serdar Aziz bu kategoride 2.3 top kesmeyle. Martin Linnes maç başına 1.7, Maicon ve Badou ise 1.3 top kesme istatistiğine sahip. Top uzaklaştırmada ise Belhanda takımın en iyi dördüncü ismi maç başı ortalama 1.3’le. Bu kategoride Maicon 6.7, Serdar Aziz 5.3, Fernando ise 3 top uzaklaştırıyor her maçta. Galatasaray’ın 10 numarası olarak Belhanda’nın savunma istatistiklerinde ilk beşte yer alması oldukça değerli. Ama tabii maçta bu pek belli olmuyor.

Gelelim hücum istatistiklerine. Belhanda kilit pasta maç başına 1.3’le takımın en iyi ikinci ismi Martin Linnes’le birlikte. Galatasaray’ın bu alandaki en iyisi ise maç başına 1.7’yle Mariano. Adam geçmede de Belhanda maç başına 1.7’yle takımın yine en iyi ikinci futbolcusu. Birinci ise 3.7’yle Badou. Rodrigues’in bu kategoride maç başı 1’le en iyi üçüncü isim olduğunu eklemek gerek. Belhanda’nın bu hücum istatistiklerini üç maçta attığı bir gol ve bir asisti süslüyor.

Şunun farkına varmak gerekiyor. Belhanda takımdaki en potansiyelli futbolcu konumunda. Yetenek ve yaratıcılık anlamında oldukça yüksek bir kapasiteye sahip. Bazılarına imkânsız gelebilir; ama temposunu, fizik kalitesini ve takımla uyumunu arttırdıkça Galatasaray’ı tek başına bir seviye yukarıya taşıyabilecek bir futbolcu Belhanda. Çünkü en beklenmedik anda en beklenmedik şeyleri yapabilecek bir kapasiteye sahip yaratıcılık anlamında. Esasında lige fena olmayan bir başlangıç yaptı. Ritmi giderek artacaktır. Ancak Galatasaray futbol şubesi bu potansiyelin gerçeğe dönüşmesi, Belhanda’nın içindeki baletin ortaya çıkması için özel çaba göstermeli.



-      Galatasaray bir sistem takımı mı? Şu açıdan; Galatasaray oyununu Fernando, Badou, Gomis, Ciğerci, Maicon, Marinho gibi oyuncuların normal üstü gayretine mi borçlu? Bunlardan birisi olmazsa sistem sanki çalışmaz gibi yorumlar yapılıyor.

Galatasaray bir sistem takımı, bu sistemi de Tudor yarattı. Bunu yaratırken elbette futbolcuların özelliklerini sisteme ekledi. Örneğin Fernando’ya 4-1-4-1’in en önemli görevini verirken, onun sakinliğini, ayağının iyi oluşunu, defansif yeteneklerini ve oyun görüşünü de sisteme entegre etti.

Tersinden düşünelim Guardiola döneminde Barcelona, Lionel Messi, Andrés Iniesta ve Xavi gibi yıldızlara sahip olduğu için sistem takımı sayılmıyor muydu? Aksine, gezegen dışı olduğu söylenen Messi’nin varlığına rağmen sonuna kadar bir sistem takımıydı Barcelona. 2009 ve 2011’de UEFA Şampiyonlar Ligi’ni o sistem takımı kazandı. Galatasaray da Fernando’suyla, Badou’suyla, Belhanda’sıyla, Gomis’iyle, Maicon’uyla, Ciğerci’siyle, Linnes’iyle, 11 futbolcusuyla bir sistem takımı.

Burada şunu ayırt etmek lazım. Fernando’nun yaptığı işleri birinci sınıf gösteren Tudor’un sistemi. Ya da şöyle soralım. Hemen önünde her rakip atağında baskı yapan, top almak için kendisini gösteren Badou, Belhanda ve Ciğerci üçlüsü olmasa Fernando bu kadar etkili olabilir miydi? Biz maalesef sistemler değil, bir çırpıda mitleştirilen futbolcular üzerinden okumaya çalışıyoruz oyunu.

Burası, “o Barcelona’yı, o Real Madrid’i herkes şampiyon yapar” klişesinin ülkesi. Ama konu Galatasaray ve Tudor’a gelince klişe şuna dönüşmüştü ilk maçtan önce: “Bu yıldızları Tudor gibi bir acemi yönetemez.”



-      Buradan rotasyona geçebiliriz. Kafalarda Fernando veya Gomis sakatlansa, ya da Badou ceza alsa onların yerleri nasıl dolacak sorusu var.

Sivasspor maçında Eren Derdiyok’un girmesinden sonra şunu gördük. Az süre oynasa da en önde karşı prese katıldı Derdiyok. Hemen hemen sekiz dakika içinde iki top çaldı rakipten. Buradan hareketle Tudor’un Galatasaray’ında belirli pozisyonlarda oynayan futbolcuların neler yapması gerektiği çok açık. O pozisyonda oynayan futbolcular üzerlerine düşen bu görevleri yerine getirmeye çalışıyor. Aslında şunu demeye çalışıyoruz. Galatasaray Gomis istiyor diye karşı pres yapmıyor. Gomis Tudor’un futbol felsefesi doğrultusunda karşı prese katılıyor. Dolayısıyla görevde bir fark oluşmuyor Gomis yerine Derdiyok girince. Fark sadece yetenekte ortaya çıkıyor.

Buradan rotasyona geçebiliriz. İlk akla gelen Fernando’nun yerini hangi oyuncu dolduracak sorusu. Sorunun yanıtını Herta Berlin’le yapılan hazırlık maçında bulabiliriz büyük ölçüde. Bu maçta orta sahanın arkasındaki sarkık libero pozisyonunda Selçuk İnan’ı görmüştük maçın başında. Maçın ilk yarısının üçüncü diliminde İnan sakatlanınca yerine Koray Günter geçmişti. İkinci yarı başında ise Fernando geçti o pozisyona. Demek ki Tudor’un kafasındaki isimler bunlar. İnan oynadığı bölümde üç kritik topa müdahale etmişti. Yani itfaiyecilikte başarılıydı. Günter ise derine dik attığı paslarla dikkat çekmişti. Bu pozisyon özellikle fizik açısından stoperlik yeteneği de içerdiği için Günter’i Fernando’nun rotasyonunda görürsek şaşırmamalıyız. Benzer biçimde Jason Denayer’i de orada görebiliriz. Peki başarılı olurlar mı? Önünde her top için mücadele eden, pas isteyen üçlü orta saha kurgusu olduğu sürece her ikisi de o görevi yapabilir Fernando’nun yokluğunda.

Şöyle düşünmekte fayda var. Takıma Asamoah’ın eklenmesi durumunda Fernando, Badou, Belhanda, Ciğerci, Asamoah, İnan ve gerekirse Günter, Denayer, hatta Feghouli rotasyonuyla Galatasaray’ın merkez orta sahası lig için yeterli olacaktır.

-      Biraz da sorunlara geçelim. Galatasaray’ın zaafları yok mu?

Elbette var. Çok var hem de. Ama en belirgin olarak şu dördünü sıralayabiliriz. Birinci sorun, takımın kalitesiz karşı pres yapması. İkincisi kolektif uyumsuzluk. Üçüncüsü rakip yarı sahada oynamayı becerememek. Sonuncusu ise formasyon repertuarının fakir olması.

Biraz açacak olursak. Galatasaray’ın yaptığı karşı presin iki temel sorunu var. İlki futbolcu kaymalarını düzenli biçimde yapamaması. Bu şimdilik büyük sorun çıkarmadı, ama ayağa pas yapan kaliteli takımların bu saha içi düzensizlikten faydalanarak Galatasaray’ın karşı presini kıracaklarını öngörebiliriz. Bu da Galatasaray’ı savunma sorunuyla karşı karşıya getirecektir. Karşı presteki ikinci temel sorun ise faul ve taç gibi nedenlerle oyunun sık sık durması. Topun yeniden Galatasaray’a kazandırılması açısından bu yeterli görülebilir, ama asıl amacın üçüncü bölgede topu kaptıktan sonra hemen rakip kaleye gitmek olduğu unutulmamalı. Zaten bugüne kadar bir karşı pres golü izlemememiz pres kalitesinin yetersiz olduğunu düşündürtüyor.

İkinci temel soruna gelince. Galatasaray’da kolektif uyum önemli bir problem oluşturuyor. Bu sorunun iki yansıması var; ilki pas alışverişinde basit hatalar yapabiliyor Galatasaray. Özellikle Belhanda ve Badou’da görüyoruz bunu. Bunun temel nedeni futbolcuların daha birbirlerini tanımamaları. Kolektif uyumsuzluğun bir diğer yansıması ise herkesin ilk 11’e girme veya sahada kalma telaşıyla egoist bir karaktere bürünmesi. Bunu söyleyince herkesin aklına Yasin Öztekin’in Sivasspor maçının son anlarında pas vermek yerine kaleyi vurmayı tercih etmesi gelir. Evet bu da bir örnek, ama daha başka örnekler de var. Mesala Ciğerci’nin Sivasspor’a attığı ikinci gol. Hazırlanış bakımından bugüne kadar Galatasaray’ın attığı en iyi goldü. Üst üste yapılan 12 pas sonrasında geldi. Ama Ciğerci’nin normalde o vuruşu yapmak yerine kendi sağındaki Rodrigues’e topu aktarması futbol adına daha doğru olacaktı. Çünkü bilindiği gibi her ekstra pas rakip defansın dengesini daha da bozar.

Herkesin gol atma çabasına girmesini oynanan oyunun iştahlı olmasına bağlayabiliriz, ama kolektif olgunluğu ihmal ederek kişisel maceralar aramak en kritik maçlarda puan kayıplarına yol açacaktır. Bundan kaçınmak gerek.



-      Rakip yarı sahasında oynamakta nasıl zorluk çekiyor Galatasaray?

Galatasaray Önder Özen’in de belirttiği gibi gel-git oyunu oynuyor. Kendi sahasında, ya da deplasmanda rakip takımın yarı sahasına yerleşip onu en geriye yaslayarak baskılı bir futbol oynayamıyor henüz. Şampiyonluğa oynayan takımların zaman içinde mutlaka bu futbola evrilmeleri gerekir. Gel-git oyunuyla da maç kazanılır, ama bu oyunla şampiyonluğu kazanmak kolay değil. Burada aslında Galatasaray’ın oyun yapısı böyle bir şeyi öngörüyor mu sorusu önemli. Ya da şöyle soralım: Galatasaray rakibi kendi ceza sahasına hapsedemediği için mi gel-git futbolu oynuyor? Kısmen. Rakibi kendi sahasından çıkartmayan şekilde futbol oynamak için hem saha içi parselasyonun iyileştirilmesi gerekiyor, hem de pas hızının rakibin hamlelerini boşa çıkaracak şekilde yüksek olması lazım. Galatasaray henüz bunun uzağında.

-      Son soruna gelince; taktik formasyon bakımından repertuarın fakir olması.

Galatasaray gibi takımların saha içinde önemli bir sorunla karşılaşıldığı zaman bu problemi taktik hamlelerle çözmesi beklenir. Rakibi şaşırtan en önemli taktik hamle ise maç içinde formasyon değiştirmektir. Örneğin maç içinde 4-1-4-1’den 3-4-3’e geçmek rakibin kısa sürede hemen çözüm üretebileceği bir değişiklik değildir. Ya da 4-4-2’ye. Sendeletir rakibi.

-      Bu sorunları aşmak mümkün mü?

Birinci sorun, yani karşı pres kalitesi zamanla düzelecek bir şey. Öncelikle tüm futbolcuların maç kondisyonunun birbirine neredeyse denk ve yüksek olması lazım. Galatasaray bu durumda değil henüz. Özellikle Fernando, Badou ve Feghouli oldukça geri bu konuda. İkincisi, karşı pres mükemmele yakın bir eşgüdüm gerektiriyor. Bu da fizik kalitenin ötesinde bıktırıcı antrenmanlarla mümkün. Aslında 1992-1993 sezonu başında Galatasaray benzer bir sorunla karşılaşmıştı. Neredeyse tüm önemli maçlarda pres yaparken aşırı faule kaçılması nedeniyle sık sık kırmızı kart görüyordu takım. O sezon Galatasaray’ın dokuz kişiyle, 10 kişiyle tamamladığı maçlar hatırlardadır. Dolayısıyla kaliteli karşı pres için Galatasaray’ın ihtiyaç duyduğu tek şey zaman.

İkinci sorunun çözümü için öncelikle futbolcuların ilk 11’e girmeleri, ya da ilk 11’de kalmaları için illa gol atmalarının gerekmediğini zihinlerine yerleştirmeleri gerekiyor. Tudor bir sistem yaratıyor ve bunun için futbolcuların teknik direktörlerine uygun bir pist açmaları lazım. Örneğin Gomis’in oyunda kalarak gol sayısını artırmasını anlayabiliriz. Ama sistemin işlemesi için Gomis’in rotasyonundaki Derdiyok’un da dakika alması ve Galatasaray’ın aynı futbolu onunla da oynayabilmesi gerekiyor. Bu nedenle Gomis’in oyundan çıkarken Tudor’a yakınmak yerine Derdiyok’u yüreklendirmesi daha doğru olacaktı. Takım oyuncusu olmak bunu gerektirir. Bu sorunun çözümü için Tudor’un da sıfır taviz veren bir çalıştırıcı rolüne soyunması gerekiyor. Taşların yerine oturmasıyla bu sorun da zaman içinde çözülmeye doğru ivmelenecektir.

Galatasaray’ın sadece gel-git değil, başta kontrol futbolu oynamak olmak üzere rakip yarı sahada oynama kapasitesini, maçın temposunu ayarlama ve kontrol etme yeteneğini artırması gerekiyor. Bu da bir zaman meselesi.



Bu sorunlar içinde kâğıt üzerinde çözümü en kolay olan maç içinde taktik formasyon değiştirmek. Çünkü bu yıl transfer edilen futbolcuların birden fazla pozisyonda oynayabilmelerine de dikkat edildi. Ancak maç içinde taktik formasyon değiştirmek, çok şeyde olduğu gibi bu konuda birçok egzersiz yapılmış olmasını gerektiriyor.

Galatasaray’ın yaşadığı sorunlarla ilgili şu da unutulmamalı. Galatasaray ligin en çok gol atan ve ligin en az gol yiyen takımı. Demek ki bazı şeyleri çok doğru yapıyor. Üç maçlık periyot da bize bazı şeyleri gösteriyor: Ligin ilk haftasında Kayserispor maçtan önce Galatasaray’ı yeterince ciddiye almamıştı. Hatırlanacaktır teknik direktörleri Marius Şumudicã, “komandolar gibi çıkıp Galatasaray’ı öldürüp geleceklerini” söylemişti maçtan önce. Ancak maçtan sonra komando olanın Galatasaray olduğunu itiraf etmek zorunda kalmıştı Şumudicã; “biz oktuk, onlar tüfek.” Kayserispor ilk maçta kendi futbolunu oynamaya çalıştı, ancak üçüncü golü kalesinde gördüğünde maçın henüz 38’inci dakikasıydı. İkinci haftadan itibaren Galatasaray’a karşı önlemler alınmaya başladığını gördük. Hem Osmanlıspor, hem de Sivasspor Galatasaray’a karşı özel hazırlık yaptılar ve önlem alarak çıktılar maçlarına. Ama bu önlemler yenilmelerini önleyemedi. Sivasspor başa baş oynadığı izlenimi veren maç boyunca ciddi tek gol pozisyonu bile üretemedi. Bu şunu gösterdi bize: Galatasaray, kendisine karşı aşırı önlemler alan takımları birer birer devirdikçe zaaflarının da üstesinden gelmeye başlamış olacak. Buradan hareketle ligin ilerleyen haftalarında neredeyse her maç sürekli aşı olan ve zaaflarıyla sınanan bir Galatasaray izleyeceğimizi söyleyebiliriz. Galatasaray tüm sorunlarından çalışarak arınmaya gayret edecek.



-      Zaafların aşılması için iş önünde sonunda çalışmaya geliyor.

Yani Tudor’un en sevdiği şeye. Geçen sezon hatırlardadır. Galatasaray ligi hep sallantıda götürmüştü. Oysa tek koridorda yarışıyordu ve Başakşehir dışındaki tüm rakipleri Avrupa’da mücadele ettiği için ligi en azından ilk ikide tamamlamak için ciddi bir şansı vardı. Ama ne oldu? Hazırlık kampında takımı çok iyi çalıştıran Alman kondisyoner Michael Wenzel muhtemelen fazla yorulmaktan pek hoşlanmayan futbolcuların kondisyoneri Jan Olde Riekerink’e şikâyet etmeleri sonucunda takımdan gönderildi. Galatasaray haftanın tek gününü çift antrenman yaparak geçirmedi hiçbir zaman. Antrenman saatleri ve periyodu teknik direktörü yöneten futbolcu grubu tarafından saptandı. Sonuç biliniyor.

Bu sezon ise çok şey değişti. Geçen sezon başkanın karşısında soyunma odasında, “20 tane futbolcuyu gönderemeyeceğinize göre Tudor gidecek” diyenler gönderildi. Sağda solda, “Tudor’u göndereceğiz” diyenlerin çoğu Galatasaray’da kazandıkları paranın üçte birini bile alamadıkları kontratlara imza atmak zorunda kaldılar. Para kazanmayı, çalışmaktan daha çok seven bu futbolcular gitti. Yerlerine kazandıkları parayı hak etmeye çalışan bir futbolcu grubu geldi. Şimdi bir futbol felsefesine sahip Galatasaray. Bu felsefe doğrultusunda da düzenli olarak çalışıyor.

Ancak mesele sadece çalışmak değil. Burada zaten çalışmayı, Nazilerin Yahudileri aşağılamak için toplama kamplarının girişine yazdıkları “Arbeit Macht Frei” (Çalışma Özgürleştirir) ibaresindeki “çalışma” kelimesinin (Arbeit) tam tersi anlamda kullanıyoruz. Tudor’un Galatasaray’ında çalışma özgür iradeyle seçilen bir eylem. Yoksa şöyle ya da böyle, geçen sezon Jan Olde Riekerink döneminde de çalışıyordu takım, ama ipler teknik direktörün elinde değildi. Bu sezon senaryo değişti. Yeniden bir teknik direktör kulübü haline geldi Galatasaray. Çok çalışıyor, sistemli çalışıyor, sorun çözme odaklı çalışıyor, sorun olarak görünen konularda iyileştirme sağlamak amacıyla çalışıyor, bir felsefe doğrultusunda çalışıyor. Florya’nın girişinde sanki “Çalışmak Vizyon Gerektirir” ibaresi varmışçasına çalışıyor Galatasaray.

Bu Galatasaray’ı Tudor yarattı. Bu Tudor’un Galatasaray’ı. Ve tam tersi de doğru; bu aynı zamanda Galatasaray’ın da Tudor’u. Ligin ilk maçında kendisini ıslıklayanların Tudor’u değil.



Daha ileri okuma için:


Ps1: İlk yazıda iki hata oldu. Galatasaray’da top oynamış Fransız oyuncular listesine Lionel Carole’ü de eklemek gerekiyordu. İkincisi Garry Rodrigues, Hollanda altyapısına sahip Afrikalı bir oyuncu. Dolayısıyla bu yazı yayınlandığında Galatasaray’da Rodrigues dahil toplam beş Afrikalı oyuncu var. Afrika kökenlilerin sayısı ise Denayer’in de takıma eklenmesiyle takımda üçe yükseldi.

Ps2: Fotoğrafların tamamı www.galatasaray.org sitesinden alınmıştır.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder