17 Aralık 2012 Pazartesi

Derbinin ardından: Futbol yönetiminde yeni bir çağa doğru


 
 
Maçın iki boyutu var. İlki saha dışı boyut, ikincisi de taktik boyut.

 

Saha dışından başlayacak olursak Galatasaray futbol yönetimi, deplasmanda kazanılan SC Braga maçından başlayarak önemli bir programlama sınavı verdi.

Çarşamba günü oynanan Avrupa Şampiyonlar Ligi grup maçından sonra takım iki gün Portekiz’de kalarak yıpranma katsayısını minimalize etti. Galatasaray Portekiz’den doğrudan Sivas’a geçerek Sivasspor karşısına çıktı Cumartesi günü.

 

Bu esasında bilindik bir öykü ve fazla ilginç değil. Bu öykünün derbiyi ilgilendiren tek yönü, Galatasaray’a, Fenerbahçe’ye göre maça bir gün daha fazla hazırlanırken fiziken hiç yıpranmamış olmasıydı.

 

Terim saha dışı yönetiminde ikinci önemli hamlesini geçen salı günü oynanan 1461 Trabzonspor maçında gerçekleştirdi. Takımın kaleci dahil tüm defans hattını da içeren iskeletini (defans + orta göbek + hücum ikilisi) kupa maçında tribüne gönderdi.

 

Buna karşın Fenerbahçe kupada çarşamba günü oynanan Göztepe maçında takımın iskeletindeki bazı oyunculara yer verdi.

 

Maç planlaması anlamında bir değerlendirme yaptığımızda şunu söylemek mümkün.

 

1.   Son 8 gün dikkate alındığında Galatasaray’ın 11’ini oluşturan oyuncular Fenerbahçeli rakiplerine oranla daha fazla dinlendiler.

 

2.   Galatasaraylı oyuncular son 8 günde, derbide önemli farklar yaratma potansiyeli içeren hız, dayanaklılık ve taktik antrenmanlara rakiplerine oranla daha fazla yapma imkânı buldular.

 

23 Ekim 2012 Salı

Futbolun ve Galatasaray'ın anatomisi




[Biraz sonra okuyacaklarınız Max Weber’in kullandığı anlamda “ideal tip” tanımına girer. Tam gerçekliği yansıtmasalar da gerçekliği anlamak için harita olarak kullanılabilirler.]

 

Dünyada iki futbol ekolü ortaya çıktı: Pas Futbol Ekolü ve Geçiş Futbol Ekolü.

 

Pas Futbolu derken ikinci ve üçüncü bölgedeki (yani orta sahada ve hücumda) boşlukları arayan ve bulan futbolcuların topla buluşturulmasını anlıyoruz. Bu futbolu, “özellikle üçüncü bölgede pasla rakip sayısını azaltmaya dayanan oyun anlayışı” diye tanımlamak mümkün.

 

Geçiş Futbolu ise “ defans yaparken sahaya nasıl yayılırsak topu kazandığımız an en hızlı biçimde atağa çıkabiliriz” sorusuna yanıt arayan bir konsepte sahip. Temelde ikinci bölgeyi (orta saha) en kısa sürede geçmeye odaklanan Geçiş Futbolu halen dünyada en yaygın olarak uygulanan futbol ekolü konumunda.
 




18 Eylül 2012 Salı

Old Trafford kavşağında bir takım


 
 
Önemli bir kavşakta duruyor Galatasaray. Bir yanında tarih uzanıyor Galatasaray’ın, diğer yanında futbol.

 

Futboldan başlayalım iddialı bir cümleyle. Galatasaray bugün son 20 yıldır dünya futbol tarihini en çok etkileyen beş önemli takımdan birisi olan Manchester United’la oynayacak Old Trafford’da. [Diğer dört takım tarih sırasıyla Fransa Ulusal Takımı, Arsenal FC, FC Barcelona ve İspanya Ulusal Takımı.]

 

Bu beş takım içinde arkasında herhangi büyük bir futbol ekolü ve akademisi bulunmayan tek ekip ise Manchester United. Diğer bir deyişle bu 5 ekip içinde önceden planlanmayan ama zaman içinde müthiş bir sisteme dönüşen en özgün örneği Manchester United oluşturuyor. 18’inci yüzyıldaki Sanayi Devrimi’nin en önemli kentlerinden olan Manchester’ın “Kırmızı Şeytanlar” lakaplı ekibi bu özgünlüğü bir kişiye, Sir Alex’e borçlu.

 

Sir Alex’in takımı iki temel sütun üzerine kurulu. İlk sütunu, sahada oyun sırasında boşluk yaratma ve bu boşluğu kullanma anlamında alan, pas, hız ve dikine oyuna dayanan futbol oluşturuyor. Bu futbolu “espas futbolu” boşluk anlamında uzay (“space”, “espace”) diye adlandırabiliriz. Esasında bu “espas futbolunun” dünyada üç tanrısı var: FC Barcelona, İspanya Ulusal Takımı ve Arsenal FC. Manchester United ise “espas futbolu” anlamında bu üç takımın oldukça gerisinde.

 

Bir Ada geleneği olarak mücadele

 

İşte burada Manchester United’ın üzerinde durduğu ikinci sütun devreye giriyor: Mücadele ruhu. Sir Alex’in yaptığı en önemli şey de zaten bu: Ada futbolunun (hatta insanı da diyebiliriz) genetik özelliği olan “son ana kadar mücadele”yi Manchester United’ın özgün futbolunun en önemli parçası yapmak. Ve bu sayede Manchester United’ı neredeyse 20 yıldan bu yana dünya futbolunun zirvesinden indirmemek.

 

Bu çerçevede Sir Alex’in futbolu net biçimde Ada’nın futbol geleneğine yaslandığı söylenebilir. Hatta Steve Bruce, Roy Keane, Peter Schmeichel, Eric Cantona ya da Wayne Rooney gibi isimlerin sadece iyi futbolcu deği, esasında bu mücadelenin sembolleri oldukları da. [Ada’da Arsenal FC’yle Manchester United’ı ayıran en temel karakteristiği bu mücadele ruhu oluşturuyor. Arsène Wenger’in Arsenal’i pas ve hız anlamında her zaman için daha doyurucu futbol oynamasına karşın hiçbir zaman Manchester United kalibresini yakalayamadı mücadele ruhu eksikliği yüzünden.] Manchester United, en temel karakteristiği olan bu mücadele ruhu sayesinde Alex Fergusson’ın takımı olmanın çok daha ötesinde bir kimliğe sahip. Zaten Manchester United da endüstriyel futbol anlamında dünyaya aslında bu mücadele ruhunu pazarlıyor.

 

İşte Galatasaray bugün böyle bir takımla oynayacak. Bu nedenle 4-4-2 gibi takım formasyonlarının, futbolcuların form durumları gibi aktüel parametrelerin neredeyse hiçbir kıymet ve önemi yok.

 

Önemli olan iki şey var. Mücadele ve alan futboluna yüzde yüz konsantrasyon.

 

Mücadelenin dozu

 

Manchester United’a karşı koymak için gerekli olan mücadelenin dozunu zaten Fatih Terim dünkü basın toplantısında net biçimde belirtti. Eğer Galatasaray 6 yıl sonra döndüğü Şampiyonlar Ligi’nin gelecekteki önemli aktörlerinden birisi olmak istiyorsa Türkiye’de gösterdiğinden yüzde 30-40 daha fazla emek, ter ve mücadele ortaya koymalı.

 

İkinci faktör ise alan futboluna konsantrasyon. Ki aslında Galatasaray’ın göstermesi gereken mücadeleyi diri ve ayakta tutacak unsur da bu. Daha önce de belirtildiği gibi Manchester United’ın futbolu alan, pas ve hıza dayalı olduğu için Galatasaray’ın titiz, dikkatli ve konsantre bir alan savunması yaşamsal önemde. Bu da Fernando Muslera hariç sekiz Galatasaraylı futbolcunun Manu ataklarını cepheden, paylaşımlı ve rakibe espas bırakmadan karşılamasını zorunlu kılıyor. Bu kompakt futbolun bir yansıması da takımın boyunun 40 metre altına inmesi olacak, ya da olmalı. [Son Antalyaspor maçında Galatasaray’ın ortalama takım boyu 47.81 metreydi.]

 

Burada ilginç olan bir nokta var: Galatasaray 8 futbolcudan oluşan iki kademeli (defans ve orta saha) yekpare (monoblok) savunma kurgusunu sahaya iyi yansıttığı oranda hücumda daha etkili olacak. Çünkü Galatasaray bu sayede hem baskıyla sürpriz toplar kazanılacak (elbette tersi de geçerli bunun), hem de takımın boyunun kısa olması nedeniyle Manchester United defansının arkasına daha fazla futbolcu kaçırmanın yolunu arayacak. Bu ise Selçuk İnan’ın ve Burak Yılmaz’ın en iyi yaptıkları şeyin Şampiyonlar Ligi standartlarında test edilmesi anlamına geliyor.

 

Tarih yolu

 

Galatasaray’ın durduğu kavşağa açılan diğer yol ise tarih. Galatasaray; sitesi, medyası, taraftarı ve zihniyetiyle birlikte, 1993 ruhuyla hazırlanıyor 2012’deki ilk Manchester United randevusuna. Bunun biri teknik diğeri ruhsal iki nedeni var. Teknik neden oldukça basit; 1996-2002 sürecinde bu iki takımın hiç karşılaşmadılar. Bu nedenle -ilginç biçimde 1994’teki 4-0 yenilgiyi hiç hatırlamadan- doğrudan 1993 görüntüleri üzerinden ifade ediliyor hafızalarda ve medyada maç.

 

Ruhsal neden ise içinde yarınları da barındıran bugünün fotoğrafı gibi: Bugünkü takımın, aradan uzunca yıllar da geçse her seslendirildiğinde aynı heyecan ve coşkuyla dillendirilen bir tarihi ve başarısı henüz yok Avrupa’da. Çünkü yola daha yeni koyuldu. [Hoş Kalli-Terim-Lucescu çizgisini kıskandıran bir Avrupa başarısı da yok Galatasaray’ın son 10 yılda.]

 

Bu nedenle nasıl ki 2000 yolculuğu gerçekte 1993’teki Manchester United eşlemesiyle başlamışsa, 2011 takımının da (gelecekten bakılırsa böyle adlandırılacak çünkü) Avrupa yoluna yine Manchester United’la koyulacağı yollu bir duygu var gönüllerde. Ama bu ikisi arasında temel bir fark var.

 

1993’teki eşleşmede kimse fazla ümitli değildi Galatasaray’dan. Hatta futbolcular bile. [Kubilay Türkyılmaz takımdaki bu ümitsizliği, Arif Erdem’in golünden sonra “kafalarında bir şeylerin değiştiğini” söyleyerek itiraf etmişti yıllar sonra.] 2012 eşleşmesinde ise bütün Galatasaraylılar inanılmaz ümitvar.

 

Niçin? Takım iyi olduğu için mi? Kısmen evet. Ama asıl neden şu. Galatasaray ve Galatasaraylı yeni bir tarihe uzanmak istiyor artık halen bulunduıu kavşaktan. Yeni bir tarih yazmak istiyor. Bunun için de ilk şampiyonlar Ligi maçının deplasmandaki Manchester United olması bir fırsat olarak değerlendiriliyor. İyi bir startın hayırlı bir sonuç yaratacağı düşünülüyor.

 

Yani etrafımızda gördüğümüz inanç, aslında yeni bir efsanenin bir film senaryosu içinde yazılma gayreti ve telaşıyla açıklanabilir.

 

Ama burada durup bir nefes almak gerekiyor. Çünkü efsaneler mantığa dayanmaz. Ama başarıların bir mantığı vardır ve olup biten her başarılı süreç mantıkla açıklanır.

 

O mantık, hedefler içerir. (Gruptan çıkmak.) Bu hedefin planlanmasını içerir. (Gruptan çıkmak için minimum 9-10 puan barajının üstüne çıkılması.) Hedefe ulaşmak için gerçekleştirilmesi daha basit olanlara odaklanılmasını içerir. (CFR 1907 Cluj ve SC Braga eşleşmelerinde dörderden minimum sekiz puan alınması gerçeği.) Ve her şeyden önce Şampiyonlar Ligi standardına sahip olmayı içerir.

 

Özetle şunu demek çok yanlış olmaz: Bugünkü Manchester United maçı üzerine fazla anlam ve misyon yüklenmiş bir durumda. Ancak unutulmamalı ki alınacak herhangi bir sonuçla bu misyon ve anlamlar değer kazanmayacağı gibi çöpe de atılmayacak. Bu nedenle sonuçtan daha çok oynanacak futbol, verilecek mücadele ve ulaşılması gerekli şampiyonlar ligi standartlarına odaklanmak en doğrusu.

 

Artık en başa dönebiliriz. Evet Galatasaray bir kavşakta duruyor. Ama Galatasaray bu kavşağa açılan futbol yolunda ne kadar mesafe katederse tarih yolunda da o kadar ilerlemiş olacak.
 
Melih Şabanoğlu

18 Temmuz 2012 Çarşamba

Galatasaray 2012-2013: Bir perspektif





İskelet basit bir kelime. Yazması, söylemesi, okuması kolay. Bu yüzden oluşturması da kolay sanılıyor. Ama öyle değil.

Galatasaray üzerinden düşünecek olursak, son 12 yılda sadece üç defa başarılı bir şekilde iskelet kurulabildi Florya’da. Hagi (2004-2005) [ve sonraki sezon Eric Gerets devam ettirdi bu iskeleti], Karl Heinz Feldkamp  (2007-2008) ve Fatih Terim (2011-2012).

Evet şimdi dillerde bir “darb-ı mesel” Galatasaray’ın son iskeleti. Ama kurulması çok da kolay olmadı, her ne kadar saha dışında inceden inceye kurgulansa da. Galatasaray’da yapının ağırlığını temelde üç futbolcu çekiyor iskeleti oluşturan blokların kaptanları olarak. Defansta Tomas Ujfalusi, orta saha bloğunda Felipe Melo ve hücum hattının lideri olarak da Johan Elmander.

Bu durumu, “zaten Terim kendi bloğunda böylesi önemli üç futbolcuya sahip olabildiği için göreli olarak daha kolay bir iskelet oluşturabildi” cümlesiyle de açabiliriz. Tomas Ujfalusi sayesinde Semih Kaya kolayca adapte edilebildi takıma. Keza her ne kadar “yerli Xavi” olsa da Selçuk İnan daha kolay ofansif futbola odaklanabildi yanında yöresinde Melo gibi bir dalgakıran olduğu için. Ve de Elmander. Maçta girdiği pozisyon sayısından çok daha fazlasını, yaptığı duvar pası ve açtığı koridorlarla arkadaşlarına sunan bir Elmander bulunduğu için Galatasaray 4-4-2’ye döndü. Böylece Milan Baros da (sonradan da Necati Ateş) çerçeveye girmiş oldu.

Bu iskelet oluştuktan sonra, atacak bir adım daha kalmıştı: Seviye olarak bir alt gruba dahil olan futbolcuları bir gömlek yukarı taşımak: Engin Baytar ve Emre Çolak bu adım sonrasındadır ki, yılda neredeyse tek haneli maç yapan futbolcudan 30 maçlık maraton futbolcusuna evrildi.

Galatasaray bu omurgasını, futbol bilgileri ve fizik kaliteleri üst seviyede bulunan Emanuel Eboué, Hakan Balta, Albert Riera ve Necati Ateş’le genişleterek şampiyonluğa yürüdü.

14 Temmuz 2012 Cumartesi

Nutuk ve Galatasaray Lisesi üzerinden Galatasaray düşmanlığının paha biçilemez ucuzluğu



Belki kökeni daha eski, ama ortaya çıkışı 2000'lere dayanan bir akım kol geziyor ülkede. Bu akım önce zihinlerde başladı, sonra tribünlere yayıldı, yani sahaya "yansıdı", şimdiler de ise internet üzerinden yayılıyor. Yani çoğalıyor yeni biçimler ve mecralar kazanarak.

Bu akımın adı "ötekileştirme". Ya da rakiplerini ulusal vurguya atıfta bulunarak aşağılama çabası diyelim.

Temelde herkes köşesinden bucağından muzdarip bu ötekileştirmeden. Çünkü herkes kendini "ulusötesi" üzerinden değil, "ulus" üzerinden tarifle meşgul.

Bu nedenle sonradan içeriği değişen "Türk olmayan takımları yenmek" misyonu da diğerlerini ötekileştirmede kullanılan dolgu malzemesi olarak burada yer alır. Mütareke döneminde işgal altında bulundurulan İstanbul'daki yabancı askerî birliklerle yapılan futbol maçları üzerinden yaratılan "ulusal kurtuluş hareketinin İstanbul şubesi Fenerbahçe" imgelemi de (1). Beşiktaş da bu yarışa ilk Türk spor kulübü iddiasıyla katılır.

Bu söylemlerin tarihi gerçeklikle ne kadar uyumlu olduğu başka bir tartışma konusu. (Ve de başka yazı konusu elbette.) Bu yazıda, ilk bakışta naif ya da çocuksu görünen, ama ağızdan çıktıktan sonra inanılmaz tehlikeli hale gelen bir ötekileştirme kampanyası, "Mekteb-i Sultânî temelli Galatasaray düşmanlığı" ele alınacak.

6 Temmuz 2012 Cuma

Beş Edebiyat (Yeniden)

Şerif Mardin "Jön Türkler'in Siyasi Fikirleri" adlı çığır açıcı çalışmasının "sonuç" bölümünde sarsıcı bir analiz yapar:

"Modernleşme akımına giren bütün geri kalmış memleketlerin bir diğer tepkisi kendi toplumlarının manevi değerlerini romantikleştirmek, onlara Batı'nın değerlerine oranla bir üstünlük tanımak ve memleketin daha önce prestiji yüksek olduğu devreler üzerinde durmak çabasıdır." (1)

Burada bizim için anahtar kavramlar; "geri kalmışlık", "romantizm" ve "prestiji yüksek devreler".

Esasında genelde ülkemizdeki tüm spor tarihini ve özelde kulüplerin tarihini yukarıdaki bu kilit kavramlar merceğinden okumak mümkün.

Mesela ülkeyi bir zamanların Mohaç Savaşı'na paralel sevinçlere boğan 1956'daki meşhur 3-1'lik Macaristan galibiyeti bu kapsama girer. (Oysaki sadece bir hazırlık maçıydı.) Ya da güreşçilerin bir zamanlarki ezici üstünlükleri. Esasında tarihte kalıcı bir birikim sağlamadıkları için tekil örnekler kategorisine giren bu olgular, azgelişmişliğin yarattığı romantizmle zedelidirler en temelde.

Galatasaray'ın kuruluşu, Aslan Nihat, "Baba" Gündüz Kılıç, Metin Oktay ve Gheorghe Hagi üzerinden devam eden kahramanları da içerdikleri yüksek dozajdaki romantizm açısından bu bahiste kabul edilebilir. Keza neredeyse bir devşirme olarak kabul ettiğimiz Jupp Derwall ve Karl Heinz Feldkamp efsaneleri de aynı romantizmden beslenir. UEFA ve Süper Kupa'yla beraber anılan Fatih'in Arslanları da.

Fenerbahçe bu gerikalmışlık romantizmine "Harrington Kupası" efsanesiyle katılır. Şimdilerde Metin Oktay'a karşı geliştirilmeye çalışılan Lefter Küçükandonyadis "efsanesi" de romantikleştirilen dönemlere aday görünüyor.

Beşiktaş ise "Baba" Hakkı Yeten ve şimdilerin "Feda"sının sahibi Şerafettin Bey'le bu gerikalmışlık romantizminin içinde yer alır.

Esasında demeye çalıştığımız şey şu: Futbol körtopal da olsa artık kendisine olgusal bakan, ya da bakmaya çalışan bir nesil yetiştirdi öyle ya da böyle. Ama oyuna ilişkin bu olgusal bakış, spor ve kulüplerimize ilişkin romantik (ve de irreel ve anakronik elbette) beyinlerin üretimi olan tarihlerle kuşatılmış durumda.

Bu kuşatılmışlık aslında bir ihtiyaç doğuruyor: Spora, futbola, spor tarihine, kulüplerin tarihine olgusal bakış ihtiyacı. Bu bakışın bir yaşam alanına (lebensraum), nefes alanına, en azından bir teneffüse ihtiyacı var.

"Beş Edebiyat" adına zıt bir biçimde spora ve tarihe bir teneffüs alanı yaratmak iddiasıyla yola çıktı. Düşünceler zaman ve mekânda olgunlaştıkça, "Beş Edebiyat" bizzat kendisi futbol ve tarih yazılarıyla bu nefes alanını yaratmaya çalışacak. Nefesi yettiğince tabi.

Melih Şabanoğlu



(1) Şerif Mardin, Jön Türklerin Siyasi Fikirleri, s. 221, İstanbul, İletişim Yayınları, 1983